Üye Girişi
x

Giriş Başarılı.

Yanlış Bilgiler.

E-mail adresinizi doğrulamalısınız.

Facebook'la giriş | Kayıt ol | Şifremi unuttum
İletişim
x

Mesajınız gönderildi.

Mesajınız gönderilemedi.

Güvenlik sorusu yanlış.

Kullandığınız Sosyal Medyayı Seçin
Yeni Klasör 8 yıldır sizin için en güvenli hizmeti veriyor...

Teknoloji dünyasındaki son gelişmeler ve sürpriz hediyelerimiz için bizi takip edin.

Mehmetçik

> 1 <

crazy_31

grup tuttuğum takım
Yarbay Grup
Hat durumu Cinsiyet Özel mesaj 1126 ileti
Yer: miyim yemem
İş: siz güçsüz
Kayıt: 17-03-2006 14:34

işletim sistemim [+][+3][+5] [-]
kırık link bildirimi Kırık Link Bildir! #269423 29-10-2007 17:48 GMT-1 saat    
Bir elinde bayrak vardı, bir elinde matarası. Bir bayrağa baktı, bir elindeki mataraya, açtı matarasının ağzını doya doya içti, bayrağı belki son kez. Küçükten beri hep yapardı, böyleydi hep. Sevdi mi; sevmekten ötesi yoktu hiç onun, böyle severdi. Gözleriyle severdi. Neyi olmuştu ki dokunabilsin, sarıp koklayıp, yokluğunda sadece hayaliyle avunup… Hiçbir şeyi olmamıştı ki onun. Bir anacığı vardı, yıkık dökük bir evleri. Söz dinlemez bir de inatçıları vardı ahırda, girmezdi boyunduruğa, kızdı mı sürülmezdi, o vakit bir parçacık olsa da tek geçim kapıları tarla. Aç yatarlardı çoğu kez. Kimselerde bilmezdi bunu. Aç yatarlardı ama belli edilmezdi. Edilir miydi hiç. O vakit sızlamaz mıydı babacığının kemikleri. 'Baba hiçbir şey bırakmamış kardeş' derdi belki birkaç densiz; armağanların en büyüğü bir şehid çocuğu olmanın onurundan habersiz. Ama o biliyordu işte. Babası bırakmıştı herkes için en değerli varını; canını, onun için daha değerli vatanı için cephede. Üç sene olmuştu. On iki yaşındaydı Mehmet babası gittiğinde. Üç sene olmuştu, bitmemişti, gitmemişti doymak bilmez hırsın timsali düşman; çöreklenmişti memleketin başını ezmek için geliyordu akın akın. Durmadan, fıtsat vermeden yaşamaya, bin yıllık bir öfkeyi kusuyordu adeta. Top olmuş, tüfek olmuş mermi mermi yağıyordu hıncı yılmak nedir bilmeyen mehmetçiğin üstüne; düşmüyordu o başlar yine de ezdirmiyordu kendini, ezdirmeyecekti de.

Anlatırdı anacığı geceler boyu, dinlerdi Mehmet. Fısıltıyla konuşur gibiydi. Duyulmasın sanki ayıptı yapılan. En bayağı işleri için bile gürültüsü ayyuka çıkanlar anlayabilir mi vatan için can vermenin büyüklüğünü, ya da bununla gururlanmayı ayıp sanan bir ahlak karşısında kendi aşağılık değerlerinin o denli sönüklüğünü. Görebilir miydi hiç.. Göremezlerdi. Göremediler.

Akşam oldu mu yanaşırdı anacığının yamacına. Kıvrılıverirdi başı dizlerinde yumuşacık. Ürkek mum ışığı titrerdi onun yorgun gözlerinde, bakar bakar doyamazdı. Güvendi, huzurdu, her şeyiydi o. Buğulu buğulu konuşurdu, anlatırdı, dinlerdi Mehmet. Kulağı anacığında gözleri karşı duvarda, bir Kitab'a bakardı, bir altında, mumun gölgeleri altında sanki dalgalanan kırmızı, kıpkırmızı, kan kırmızı bayrağa. Ezberler gibi her kıvrımını seyrederdi doya doya, içerdi su gibi. Islanırdı gözleri bir süre sonra, yediremezdi kendine silmezdi; ılık ılık bir şeyler akardı ta içine uzaktan, çok uzaktan. Önce küçüktü, kendi gibi küçük küçücük, sonra büyür de büyürdü kaplayıverir bütün yüreğini taşar, yayılır bedenine barut olur, ateş olur, kan olurdu. Duramazdı o vakit yerinde duramazdı. Ne yapıp etmeli gitmeli oralara vatanı için, bayrağı için, bir karış da olsa toprağı için, anacığı için, analar için dövüşmeli, şu zalimleri sürüp atmalı memleketten, güzel memleketinden. Her gece böyle yatardı Mehmet böyle kalkardı. “Ah” derdi “bir yol verseler.. bir yol verseler görsünler o zaman…” Tüm bedeninde yanardı bu ateş. Sanki dağlar taşlar duramazdı önünde; öyle bir kudret hissederdi o zayıf bedeninde.

“Ah bir yol verseler.”

On beşindeydi. Elinden gelmeyecek yoktu. Koşup gitmek, babası gibi o da durmak istiyordu düşmana karşı. Gitmişti. Bir çoğu gitmişti. Acılar içinde en acısıydı geride kalmak. Kalmayacaktı da. Koşmuş yetişmişti peşlerinden bilmesine rağmen geçmişti komutanın karşısına dikilmişti. Bir efe torunuydu işte efeler gibi dimdik duruyordu karşısında. Baktı gözlerinin içine, yükseklerden indi ses sanki onunki değildi. “Alın beni de ne olur alın.” Ne bir yalvarmaydı bu ne de bir küçülme. Ama yalvar deseler yalvarırdı o da dedesi gibi babası gibi ölmek için cephelerde. Ama olmadı. Olmaz demişti gönlünü alarak. “Bazısı geride kalmalı, anaya ataya toprağa sahip çıkmalı. Sen kalmalısın” demişti komutan. Ne de heybetliydi at üstünde. Bir şey demedi Mehmet, söyleyemedi içinden geçenleri. “Yiğitler orda bir bir düşerken burada durmak olur mu?” diyemedi. “Sağlam durulmazsa oralarda burada çoluk çocuk mu kalır, ırz namus toprak mı kalır?”diyemedi. “Şu sakat bacağımsa sebep, işe yaramazsam eğer vurun öne, vurun da ilk düşen ben olayım. Yiğitler siper etsin bedenimi dağ olup taş olup koruyayım.. Ne olur izin verin..” diyemedi; eğip başını önüne dönmüştü gerisin geri.

O günden beri ateşi bir iken bin oluyordu oralardan her mektupla her haberle. Bitmek bilmiyordu düşmanın gelişi. Dört bir yandan sarmışlardı memleketi. Rumeli'den, Kafkaslardan, işte Hicaz'dan Şam'dan. Şimdi de pür silah denize iniyormuş şu namertler gelip İstanbul'u almaya. İzin verilir mi hiç, izin verilir miydi tek kişi kalmayana dek çarpışmadan. Kendi ölüleriyle dahi olsa bir dağ yığmadan önlerine izin verilir miydi geçip gitmelerine. Verilmezdi, verilmeyecekti de. İşte, Ordu toplanıyormuş geçit vermemek için namerde Çanakkale tutulacakmış. Sıra sıra bataryalar kurulurmuş, siperler kazılırmış, dağ taş askere kesermiş de yine de dolmazmış, dahası, daha fazlası gerekmiş. O namerdin topuna tüfeğine; daha fazla asker gerekmiş önlerinde durmaya. İşte tellallar salınmış, toplayıcılar gelmiş adam yazılacakmış. Küçük Mehmet atılmış en başta:
“Beni de yazın ağam, ne olur beni de.”
“Sen ne işe yararsın çocuk?”
“Ağam ölmeye.. Bir ölmeye yarasam da beni de alın.”
Bir yiğit vardır ki hikmet onu yaratandır. Yaratan aşkı için demiş çavuş:
“Gel koçum, sen de gel.”
Öleceğini sanmış o an Mehmet, öleceğini sanmış. Ölmeye hevesli yüreği, vatan için ölmeye, ilk defa bu kadar hızlı çarpıyormuş. Nasıl koşmuş nasıl gitmiş bulmuş anacığını. Nasıl anlatmış sevinçle, nasıl ama nasıl mutlu olmuş. Koşmuş durmuş uçsuz bucaksız tarlalar arasında deli gibi koşmuş. Ağaçlara, dallara, kuzulara, koyunlara, toprağa dokunmuş, sevmiş sevmiş onları. Bağırmış karşıki dağlara avazı çıktığı kadar bağırmış:
“Ben, Ahmet oğlu Mehmet! Artık ben de bir askerim duydunuz mu dağlar taşlar!!!”

Bir nisan sabahıydı ve bir tek evladıydı giden Fatma Nine'nin. Yedi cephede savaşmıştı babası, kocası, karındaşları, bir bu küçücük oğlancığı kalmıştı elinde. Gözünün nuru, yürek sızısı bir minicik oğlancığı.. O da gidiyordu belki ölüme. İşte şimdi kapı eşiğinde durmuş elini öpüyordu. O da öpüyordu yüzünü gözünü, o sapsarı saçlarından. Öpüyordu doya doya; doyamıyordu yine de hep bir kez daha. Ama ağlamıyordu yüzüne karşı. Erkenden kalkıp hazırlamıştı bohçasını. Bir eline verdi duvarda asılı Kur-an'ı diğerine ay yıldızlı bayrağı. Hiçbir tereddüt yoktu gözlerinde ne de hiçbir üzüntü belirtisi.
“Oğlum” dedi yalnızca. “Allah benim ömrümü de sana versin. Bin bin yaşayasın hep güzel günler göresin. Tuttuğun altın olsun ve söylediğin kanun. Sırtın yere gelmesin inşallah ve Allah seni bana sağ salim kavuştursun gel. Düşmanı atın bu topraklardan def edin ve gel. Ama oğul, yok, eğer düşman gelecekse önce çiğneyecekse bizi, memleketi, her şeyimizi; o vakit önce senin cesedini çiğnesin gayrısı müslümana haramdır bunu böyle bilesin.”
Böyle diyip öptü alnından Mehmet'i. Hiç boyun bükmedi ve yine ağlamadı hiç. Tunçtan bir heykeldi şimdi kadere karşı suskun; oğlunu öylece Allah'a emanet etti..

Görmemişti böyle bir şey Mehmet, hiç görmemişti ki. Ölüm sürüyordu hükmünü pervasızca bu tepelerde. Yağmur olmuş yağıyordu üstlerine, ırmak olup taşmış götürüyordu önü sıra kattığını. Acı nedir bilmeden düşüyordu bazısı; bu koskoca yiğitlerin böyle miymiş yazgısı. Ama küfretmiyordu hiçbiri kara bahtına; görse de bir öncekinin korkunç sonunu, bir an bile tereddüt etmiyordu hiç biri kavuşmak için Allah'ına. Bu ne büyük bir iman ki görmeden inanılmaz; bütün dünya toplanıp koparsa da tepesinde kıyametleri tek bir neferin kalbinde bile zerrece sarsamaz. Acılar gidiyor sulara, kollar, bacaklar katar olmuş; cesetler fışkırtıyor toprak artık kana doymuş. Yel gibi savuruyor ölüm sesleri her şeyi. Güneş hep sapsarı, göstermiyor kızıllığını, ağlıyor belki de gördükçe bu korkunç insafsızlığı. Bir cehennemde buldu Mehmet kendini. Küçük bir köyden başkasını görmemişti hiç. Kaç yüz kişiydi gördüğü, bildiği, tanıdığı; burada tek bir tepe sırtında binlerce canlar alıp canlar veriyordu yiğitler, bir karış toprak olsa da aldığı ya da bıraktığı. Ne müthüş bir mahşeri kalabalık, kayboluyordu Mehmet dumanlar arasında. Toz dumanlar. Öyle ki alıp kaldırıyordu sanki fezaya değin insanları, sonra parçalayıp çarpıyordu yere, yedi kat dibine sokup gömüyordu tarihten silercesine. Onlarca batarya ateş kusuyordu düşmanın demir kesmiş göğsüne; ama durmuyordu yine de hiçbirisinin öfkesi, yıkım olmuş alıyordu önü sıra ne varsa; ama yıkılmıyordu o neferlerin iman dolu gövdesi. Oradan oraya sürüklenmişti Mehmet; hep geride. On iki, on üç ve on altıncı bataryalar yok olmuştu tek bir ses altında; kaçıncı birliğiydi unutmuştu Mehmet bu ölüm girdabında. Çok aç yatmıştı çok gece uyumadan. O siperden o sipere kaç gece top ateşiyle açmıştı gözlerini.. Ama hep gerideydi. “Küçüksün” diyorlardı, “sakatsın, koşamazsın, kaçamazsın” diyorlardı. “Kaçmam” diyordu heyecanla. “Kaçmam ben. Ölünecekse ölürüm. Vatan için, bayrak için ölürüm.” Ama dinlemiyordu hiç kimse; şehitliği çok görür gibi susuyorlardı bu küçük yiğide.

Kaç zaman geçti, kaç ay. Dinmek bilmedi düşmanın öfkesi yılmadı, gitmedi. Ne zamandı, kaç ay sonra, duydular ki on dokuzuncu batarya yerle bir olmuş. Tek bir nefer, tek bir top sağlam kalmamış geriye ve siperler boşmuş. Bilirler ki düşman orayı aştı mı gerisi uzunca bir düzlük. O vakit kim durdurur bu namertleri, nasıl mani olunur geçip gitmelerine, vatan topraklarına kahpece girmelerine. “Adam yazacaklarmış.” dedi biri. Adam yazacaklarmış siperlere. Her bataryadan üç kişi. Düşmanla arası sade beş metre ve geriden gelecekler varamazsa eğer gidilecek bir daha geri dönmemecesine. “Ali,” dedi çavuş ve Hasan bir de Resul gidecekmiş. Duyunca bunu durmadı, düşünmedi, bütün kuvveti bacaklarında fırladı ayağa. “Komutanım,” dedi, “ben hazırım ben gideyim ne olur. Ne olur beni gönderin.” Şaşırdı ilkin herkes, beklemiyordu hiç kimse bu küçük askerden böyle bir şey. “Olmaz,” dedi çavuş, “kararı komutan verdi gidecekler belli.” Koştu çavuşun yanına aksak adımlarla. “Çavuşum,” dedi, “beni komutana götür bir de ona diyeyim diyeceğimi.”

O lahzada zaman durmuş, bir sis çökmüş yaratılan ne varsa sanki kurumuş dal gibi sönüp gitmişler. İzah edilemez bir sessizlik bir korku. Titremedi bu kadar tepesinde bombalar patlarken, hiç tereddüt etmedi. Ama şimdi ölmek var işin sonunda, mutlak ölmek, ama onun korkusu buna değil ölmek için seçilmemek.

“Komutanım,” dedi çekinerek, “ben,” dedi, “Ahmet oğlu Mehmet, basit bir neferim birliğinizde. Duyduk ki adam yazılacakmış, duyduk ki siperler boşmuş düşman önünde. Komutanım, bir bacağım sakattır. Üç buçuk hafta oldu, üç buçuk haftadır ekmeğini yedim bu devletin milletin; bir işe yaramadım. Babam Galiçya'da şehit düşmüştür. Beresini getirdiler bir tek işte elimde. Annem: “Eğer düşman ayak basacaksa memlekete dönme.” dedi, “Dönme, seni dünya gözüyle bir kez daha görmek için ölürüm bile ama dönme.” Duyduk ki siperler boşmuş, duyduk ki düşman yürüdü mü memleket tehlikede. Bir yol ver komutanım yediğim ekmeğin hakkını vereyim. Şehit babamın, ağalarımın ruhlarını şad edeyim. Bir yol ver komutanım, benim hiçbir şeyim yok a vatan uğruna canımı vereyim…”
Döndü baktı, baktı komutan bu küçük askere. Bir başka ruh, bir başka kederle durdu, ama düşünmedi bile. Yazdı emri verdi çavuşa bir damla göz yaşı ile…

Bir elinde bayrak vardı, bir elinde matarası. Bir bayrağa baktı, bir mataraya; açtı matarasını ağzını doya doya içti bayrağı belki son kez. Sonra düşündü: Kıyametler kopsa da her şey bir anda sona erecek; binlercesi gibi geldiğince o da toprağa geri dönecek. O vakit, kanlı giysilerle defnedilip olduğu yere, ne bir dua ardından ne bir imam gelip de, şehadet şerbetini içtiği şu andır, canından seve seve geçtiği bu vatandır deyip de, ne bir gözyaşı dökülecek ardından ne şahitlik edilecek. Ama bütün ruhlar o mahşer günü gelip çağırılınca huzura, her biri ayrı telaş savrulurken korkuyla, fışkırır gibi çıkacaklar ak pak olmuş topraktan. Kafir elbet saklanacak ya, çekilecek imanı kamil olanlarda yolundan. Gıpta ile bakacaklar her biri bu küçük askere, peygamber sancağı altında toplanan korkusuz neferlere. Gösterilirken hepsine cennetteki yerleri; onlar yine de bir kez daha ölmek için dönmek isteyecekler geri.

Düştü toprağa Mehmet. Son nefesini verirken gözleri ufukta, bir eli Kur-an'ı tutmuş diğeri bayrakta. Şehadet getirdi ancak kalp ile sonra ruhunu teslim etti bu küçük melek; bu dünyada değilse de bir küçük melek vardı denilecek, ancak ahir zamanda. Binlerce söz söylense de bu meleğin ardından yetmez; ama tek bir çığlık olup yankılanacak çağlar boyu, bilsin bütün dünya ÇANAKKALE GEÇİLMEZ!!!

Bunu ilk beğenen siz olun

Hata Oluştu


crazy_31:
...neyleyim KIRMIZI deyince, BEYAZ demeyen yari..
> 1 <