Üye Girişi
x

Giriş Başarılı.

Yanlış Bilgiler.

E-mail adresinizi doğrulamalısınız.

Facebook'la giriş | Kayıt ol | Şifremi unuttum
İletişim
x

Mesajınız gönderildi.

Mesajınız gönderilemedi.

Güvenlik sorusu yanlış.

Atatürk’e Dair Hatiralar

Atatürk’e Dair Hatiralar Hakkında Bilgi - Atatürk’e Dair Hatiralar Nedir Özet


Araştırmalar



 ATATÜRK’E DAİR HATIRALAR

Atatürk, çoğu zaman sıkıcı protokol kaidelerinden şikayet eder, bir nebze olsun, kurtulmak için çareler arardı. Günün birinde, Dolmabahçe Sarayımdan kaçıp peşinde muhafızları, yaverleri olmadan şehirde dolaşmış ve bu arada Topkapı Müzesini de gezmiş.
Fakat, Ata’nın Saraydan kimseye görünmeden çıkması bazı hadiselere, denizin dibini dalgıçlarla aranmasına, Karaköy’den Taksime kadar olan mıntıkada bütün nakil vasıtalarının durdurulup tetkik edilmesine sebep olmuş...Sonradan çok hoş bir şekilde neticelenen bu hadisenin canlı şahitlerinden biri halen Cumhurbaşkanlığında vazife görmektedir.
Hüseyin Arı, 36 yıldır, gelip geçen Cumhurbaşkanlarına hizmet etmiş, genç bir delikanlı iken girdiği Cumhurbaşkanlığı dairesinde bugüne kadar nice hadiselere tanıklık etmiş. Bir hayli ve çok enteresan olaylar geçmiş başından.
Hüseyin Arı Atatürk’ün Dolmabahçe Sarayından sabahın erken saatinde kaçarak şehirde dolaşmasını ve bu yüzden kendisisinin kısa bir müddet için tevkif edilişini şöyle anlatıyor:
-O sabah çok erken saatlerde zil çaldı. Kapıya getirilen gazeteleri aldım. Muayede salonundan geçip Mustafa Kemal’in yatak odasına girdim. Ata, her zaman burada yatağında gazeteleri okurdu. Birkaç saniye sonra Atatürk, sırtında deve tüyü renginde ropdöşambrı olduğu halde geldi. Gazeteleri ortadaki masanın üzerine bıraktım. (Bana kahvaltı getirsinler! )dedi peşinden ilave etti: (kabul salonuna getirsinler! ) Emri alınca, derhal Sofracıbaşı İbrahim’e koştum. Yatağından kaldırdım. Söyledim ve oradan ayrılıp yatağıma girdim.
Ne kadar zaman geçti bilmiyorum, nöbetçi yaverin çağırdığını söylediler, koştum. Sofracı İbrahim ayakta duruyor, elindeki tepsinin içi de dolu. Hepsi telaşla beni bekliyorlarmış... Derhal bana, Ata’yı nerede gördüğümü sordular. Onlar aramış, bulamamışlar. Kendilerine gereken izahatı verdim. Beraberce yeniden aradık.
Bulamayınca, rastladığımız yaver olsun, diğer personelden olsun, herkes bana aynı suali soruyordu:
-Paşa nerede?
Bulamayınca, Başyaverin emri ile beni yaverlik dairesinin yanındaki küçük bir odaya hapsettiler, başıma da bir nöbetçi koydular. Suçum, Atatürk’ün kalktığını görüp vaktinde haber vermemekti...
Aradan ne kadar geçti bilmiyorum. Çünkü üzüntümden deli olacaktım. Atatürk kayıptı. Bu arada, polise haber verilmiş, herhangi bir ihtimale karşı dalgıç getirilecek denizin araştırılmasına başlanmıştı.
Ata’nın dışarıya çıkıp gitmesine kimse ihtimal vermiyordu. Çünkü Sarayın bütün kapılarında polisler,askerler, amirler nöbet beklemekte idi. Ne içeriye ve ne de dışarıya habersiz kimsenin çıkması mümkündü.
Ben üzüntüden kıvranırken, birden Atatürk’ün geldiğini söylediler. Kapım açıldı. Atatürk karşımda belirdi. Ve (Senin kabahatin ne? ) diye sordu. Ben, soruyu cevaplandırmadan, Başyaver Celal Bey; erken saatlerde arkadaşlarımla yaptığım bir güreş esnasında arkadaşımı yaraladığımı, suçumun budan ibaret olduğunu söyledi. Ata’nın arkasından bir taraftan da bana doğru söylemem için elleriyle işaret ediyordu. Bu cevap üzerine Ata, başını sallayıp geri döndü yaverlik odasında bir kahve içtikten sonra çalışma odasına çekildi.
Sonradan Atatürk, Saraydan hiç görünmeden çıkışını yemekte davetlilere şöyle nakletmişti:
-Kalın kaputumu giydim. Hiç kimseye sezdirmeden büyük kapıdan serbestçe çıktım. Beni görenler selam verdiler. Hepsi o kadar ... Oradan bir tramvaya bindim. Doğruca Sultanahmet’de, oradan da Topkapı Müzesine gittim. Kapıcı karşıladı. Müzenin açılmadığını söyledi. Atatürk olduğumu, müzeyi gezmek istediğimi bildirdim. (Kim olursa olsun. Müze açılmadan içeri giremez!... ) dedi. Saat dokuza kadar bekledim. Müdür geldi. Derhal beni içeri aldı. Müzeyi, elimi kolumu sallayarak gezdim. Oradan bir taksi çağırdım. Yine aynı rahatlıkla, Şişli Çocuk Hastahanesine, Sabiha Gökçen’i ziyaret ettim. İşte beni orada buldular.

Hüseyin Arı bundan sonrasını şöyle nakletti:
Ben hapiste iken, Topkapı Müzesi Müdürü Saraya telefon ederek Ata’nın müzede olduğunu söylemiş, fakat o saraya telefon ederken Atatürk müzeyi terk ettiğinden nereye gittiğini anlayamamış. Bu suretle haberdar edilen Saray erkanı otomobillerle Atatürk’ü aramaya çıkmışlar, bir kısmı Topkapı Müzesine giderken bir kısmı da Şişli Çocuk Hastahanesinde Sabiha Gökçen’in yanına gitmişler. Bu arada, celbedilen bir dalgıç ekibi, her ihtimale karşı denizi aramış.
Şişli Çocuk Hastahanesine gidenler kapıda bir araba görüp içindeki şoföre kimi getirdiğini sormuşlar. O da, ismini bilmediği birini getirdiğini ancak beklemesini istediğini söylemiş. Bir de Gökçen’in odasına çıkmışlar ki, ne görsünler Ata. Gökçen’in başucunda ayakta duruyor...
Atatürk yaverleri karşısında görünce, kendilerine şöyle çıkışmış:
-demek ki, beni Allah koruyor, isteseydim Ankara’ya bile gidebilirim!





YEŞİLE HASRET

<<1937 yılının bahar mevsimi idi. Gazi orman çiftliğinin, Akköprü tarafındaki yoldan gidiyorduk. Çiftliğin o parçası meyve bahçesi haline konulmuş, çok güzel olan bu yol boyu, o zamanlar henüz küçük, çelimsiz ağaçları sıralandığı, yaz mevsiminde dahi, pek gölgesi olmayan bir yerdi.
Atatürk,bu eski çıplak topraklar üzerindeki, meyve bahçesi haline gelmiş olan bu yerlere neşe ile bakıyordu. Şimdi uzun kavak ağaçlarını bulunduğu yol kenarında ameleler çalışıyor ve fidanlar dikiyorlardı. Atatürk, birden şoföre: <<dur>> diye bağırdı. Yere indiği vakit, orada olanlara:
<<-Burada bir iğde ağacı vardı. O nerede?>> diye sordu. Kimse iğde ağacını bilmiyordu. Çünkü, orada çalışanlar, yenilerini dikmekle meşgul idiler.
Atatürk’ün biraz önceki neşesi kalmamıştı.
Çünkü, çiftliğin ilk çorak günlerinin bir yeşillik hatırası yerinden çıkarılmış ve yok olmuştu. Yol boyunca yürüyerek iğde ağacını aradık.
<<-iğde, eski ve çelimsiz bir ağaçtı. Fakat, yaşayan ve baharda hoş kokularını etrafa saçan, güzel bir ağaçtı.>> diyordu.
Çiftlik merkezine gelmiştik. Büyük hamamın yapısı bitmişti. Onu gezerken iğde ağacını yerinden kimin çıkarmış olduğunu da tahkik etmek için, ilgili durumda onlara sualler sordu. Kimse bu küçücük ağacın akıbeti hakkında bir haber veremedi.
Atatürk, bu ehemmiyetsiz gibi görünen işten hüzün duymuştu. ihtarlarda bulundu. Emirler verdi. Eski ağaçlar da korunacak ve bakılacaktı...
Çünkü o, yeşilliğin hasretini, istiklal harbi boyunca çok çekmişti. Çankaya‘yı oturmak için seçmesini amil , birkaç büyük kara kavak ağacının bulunması idi. Onların rüzgarlı günlerdeki hışırtısından daima zevk duyardı.
O gün, çiftlik dönüşü, uzun boylu ağaçlardan bahsetti. Tabiatın bu varlığı insanlara büyük bir kazançtır. Onlardır ki, toprağı verimli kılarlar. İnsan topluluklarının yer seçmelerine rehberlik ederler.
Bunun üzerine münakaşa, konumuz şu yola dökülmüştü:<<-coğrafi muhit mi insanlar üzerinde tesir yapar, yoksa insanlar mı muhite hakim olurlar?>>
Otomobil gezintilerinde ekseriya bu gibi konuşmalar ve münakaşalar olurdu. Ben, tarihi misallere dayanarak diyordum ki, << tabiat büsbütün kısır olursa, insan kuvveti ona tesir yapamaz.>>
Atatürk ise, insan zekasını her şeye muktedir olduğunu, tabiata da azami derecede hakim olabileceği kanaatinde idi.
Nihayet, şu neticeyi kabul ediyorduk:
<<insan bütün tarih boyunca, tabiatın bazen esiri, bazen de hakimi olmuş ve bu hal, insan cemiyetlerinin medeniyette ilerlemelerine mepsuten mütenasip inkişaf etmiştir.>>
1919 yılında, Atatürk









1


Bunun hakkında hemen düşüncelerinizi ya da sorunlarınızı yazabilirsiniz...

Hızlı Yorum Sistemi
x

Mesajınız gönderildi.

Mesajınız gönderilemedi.

Güvenlik sorusu yanlış.

İsim Email Şifre Kuran'daki ilk sure

Yorumlar :

Henüz yorum yapılmamış