Üye Girişi
x

Giriş Başarılı.

Yanlış Bilgiler.

E-mail adresinizi doğrulamalısınız.

Facebook'la giriş | Kayıt ol | Şifremi unuttum
İletişim
x

Mesajınız gönderildi.

Mesajınız gönderilemedi.

Güvenlik sorusu yanlış.

Fransiz Ihtilalı Ve Osm

Fransiz Ihtilalı Ve Osm Hakkında Bilgi - Fransiz Ihtilalı Ve Osm Nedir Özet


Araştırmalar



TANZİMAT'TAN CUMHURİYET'E
TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ
DOÇ. DR. YUSUF SARINAY
Sayfa 1 2 3


XIX. yüzyıl, günümüz dünyasının siyasî, iktisadî ve sosyal temellerinin atıldığı değişme ve gelişmelerin yaşandığı bir çağ olmuştur. Temelinde Rönesans ve Reform hareketleri, coğrafî keşifler, ilmî ve teknik buluşların yattığı bu gelişmeler, XIX. yüzyılda geleneğe bağlı toplumları esaslı bir şekilde değişmeye zorlarken, tesirleri
XX. yüzyılda da devam etmiş, günümüz dünyasını da şekillendirmiştir.

Makalede; XIX. yüzyıldaki gelişme ve değişmelerin, özellikle milliyetçilik hareketlerinin sarstığı Osmanlı devletinin yıkılmak üzere olduğu Türk aydınlarınca hissedilmeye başlandığı bir dönemde, bir tepki ve kendini bulma akımı olarak doğan ve gelişen Türk milliyetçiliğinin XX. yüzyıl başlarındaki durumu ve teşkilâtlanması ele alınacaktır. Kısaca imparatorluktan millî devlete dönüşüm sürecinde Türk milliyetçiliğinin fonksiyonu değerlendirilecektir.

Milliyetçilik Hareketleri ve Osmanlı Devletine Etkileri

Çağımızda toplumu bir arada tutma fonksiyonunu yerine getiren milliyetçilik geniş kapsamlı bir siyasî ideoloji olarak Fransız ihtilâli ile beraber gündeme gelmiştir. Fransız ihtilali ile beraber yükselen milliyetçiliğin temelinde, millî egemenlik, bağımsızlık (self determination), eşitlik ve lâiklik gibi genel prensipler yatmaktadır(1).
Fransız ihtilâli ve onu takip eden Napolyon'un askerî istila girişimleri sonucu, milliyetçilik ideolojisi ile birlikte, ihtilâlin getirdiği hürriyet, eşitlik, cumhuriyet ve laiklik gibi kavramlar bütün Avrupa'ya yayılmıştır(2). Napolyon Savaşları bir taraftan Avrpa sınırlarını altüst ederken diğer taraftan Avrupa'daki eski kurumları yıkmış, milliyetçi düşüncenin ve buna bağlı siyasî teşkilâtlanmanın yaygın ve etkili bir akım haline gelmesine yol açmıştır. Sonuçta XIX. yüzyılın kaderi millî devlet ve milliyetçi ideolojiler tarafından belirlenmeye başlamıştır.

Nitekim milliyetçiliğin yayılması, İngiltere, Fransa ve İspanya'nın ardından Avrupa'da İtalya ve Almanya gibi yeni güç merkezleri olarak millî devletlerin doğuşuna yol açarken, diğer taraftan doğrudan çok milletli imparatorlukları tehdit eden bir gelişme olmuştur. İşte bu sebeple Avrupa'daki gelişmelerin dışında düşünemeyeceğimiz çok milletli Osmanlı İmparatorluğunu da etkilemekte gecikmemiştir.

Osmanlı İmparatorluğu'nda milliyetçilik önce yabancı propagandası ve siyasî amaçlarla Hıristiyan unsurlar arasında yayılmaya başlamıştır. Sonuçta Fransız ihtilali ile tohumlanan ve hürriyet fikriyle desteklenen milliyetçiliğin Gayrimüslimler arasında yayılması, Osmanlı devletinde ayaklanmalara yol açarak devletin bütünlüğünü tehdit etmeye başlayacaktır.

Osmanlı devlet adamları Fransız ihtilali sonucu yayılan ideolojik vasıflı milliyetçilik cereyanını başlangıçta kendilerini rahatlatacak olan(3) batının bir iç problemi olarak görmüşlerdir. Ancak çok geçmeden XIX. yüzyıl dünyasında büyük değişiklikler yapacak olan milliyetçiliğin gücünü iç isyanlarda yavaş yavaş anladılar. Bu durum karşısında Osmanlı gayr-i müslimleri tarafından savunulmaya başlanan millet fikri İmparatorluktaki bütün unsurlar arasındaki bağları sağlamlaştırarak devletin dağılışını durdurmak isteyen Osmanlı aydınlarının dikkatini çekti(4). Ancak onlar bunu yaparken milliyetçiliğin ideolojik mahiyetini kasten ihmal ettiler veya görmezlikten geldiler(5). Çünkü batıda yayılan lâik, millhi egemenlik prensibi ve buna bağlı olarak gelişen kendi kaderini tayin prensibinin olduğu gibi kabul edilmesi açıkça devletin parçalanması demek olacaktı. Diğer taraftan batıdaki milliyetçilik anlayışının temeli, belli sınırlar içinde, aynı dili konuşan, aynı kültürü paylaşan ve birlikte yaşama duygusuna sahip olan millet kavramına dayanıyordu. Halbuki çok milletli Osmanlı devletinde böyle bir millet yapısı mevcut değildi. Çünkü geniş bir coğrafî alana yayılmış bulunan Osmanlı devleti çeşitli din, mezhep ve milliyetlerden meydana geliyordu. Çok milletli Osmanlı devletinde toplum düzenini oluşturanmekanizmaya "millet sistemi" denilmekteydi(6). Ancak bu sistemde millet tabiri etnik değil, dinî grupları belirtmek için, cemaat karşılığı olarak kullanılıyordu(7). Dolayısıyla Osmanlı devletinin içinde barındırdığı çok çeşitli unsurları yönetmek için kullandığı "millet sistemi" yani bu unsurların birer dinî cemaat olarak tasnifi milliyetçilik fikrinin yayılması ile fonksiyonunu yitirmeye başlamıştır. Nitekim imparatorluk tebaasının kendini Ortodoks olarak değil de, Yunanlı, Sırp, Bulgar vb. şeklinde tanımlanmaya başlaması, hatta yüzyılın sonlarına doğru bu çeşit kimlik kazanmanın Müslüman unsurlar arasında da yayılmaya başlaması sistemi, dolayısıyla Osmanlı devletini çökme tehlikesi ile karşı karşıya getirmiştir.

XIX. yüzyılda milliyetçiliğin yayılması sadece Osmanlıyı değil, diğer imparatorlukları da tehdit eden bir gelişmeydi. Bu sebeple milliyetçilik tehdidine karşı imparatorluklar bir yandan askerî-idarî tedbirlere başvururken, diğer yandan bir imparatorluk ideolojisi geliştirmeye çalışmışlardır(8). Bu bağlamda Osmanlı devleti de, Tanzimat hareketi ile bütün unsurların eşitliğine ve dayanışmacı bir anlayışa dayanan Osmanlıcılık ideolojisini geliştirmeye çalışmıştır. Bu hareket ile Tanzimat liderleri ve aydınları Osmanlı vatanı ve Osmanlı hanedanına bağlılık temeli üzerinde bir Osmanlı milleti yaratmayı amaçlamışlardır. "Devleti kurtarmak" noktasında siyasî bir tavır olarak da niteleyebileceğimiz Osmanlıcılık fikri Genç Osmanlılar tarafından bir ideoloji olarak geliştirilecektir. Onların amacı çeşitli din ve milliyetlere mensup grupları eşit siyasî haklara sahip, ortak bir vatan mefhumu etrafında, meşrutî bir idare altında yaşatmaktı(9). Böylece bütün Osmnlılar merkezi devletin eşit haklara sahip vatandaşları olarak görülecek, ana bünyeye birer Osmanlı olarak entegre olmaları sağlanacaktı.

Ancak gayrimüslimlerin isyanlarına devam etmesi sebebiyle Osmanlıcılık fikrinin imparatorluğun bütünlüğünü sağlama fonksiyonunu yerine getiremeyeceği anlaşılınca, Osmanlı devletinin yıkılışına kadar resmî yaklaşım Osmanlıcılık olarak kalmakla beraber -hiç değilse Müslüman unsurları bir arada tutmak amacıyla- 1870'lerden itibaren İmparatorlukta birlik odağı İslâmiyete doğru kaymaya başlamıştır. Bu gelişmenin tabiî bir sonucu olarak II. Abdülhamid döneminde İslâmcılık ön plâna çıkmıştır. Bu çerçevede "Osmanlı milleti" kavramının yanında "İslâm milleti", "İslâm ümmeti" şeklinde millet anlayışına yeni bir muhteva yüklenecektir. Diğer taraftan Osmanlı vatanı anlayışı, İslamî vatan kavramına dönüşecektir. Kısaca Osmanlı aydınları vatan savunması ile İslâm'ın müdafaasını özdeşleştirmişlerdir(10).

Osmanlı İmparatorluğunun yapısı gereği, kendi dönemi içinde tutarlı sayılabilecek bu ideolojik arayışlar devleti kurtarmaya kâfi gelmemiştir. Çünkü gayr-i müslimlerden sonra, imparatorluktaki Türklerin dışındaki Müslüman unsurlar da imparatorluktan ayrılma sürecine girmişlerdir. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu'nun dinî açıdan yapmaya çalıştığı organizasyon artık Müslüman unsurlar arasında da problemler yaratmaktaydı. Artık onlar da kendilerine İslâmiyetten öte, tamamen milliyet boyutuna dayanan kimlik vermeye başlamışlardı.

Ancak bu gelişen milliyetçilik hareketlerine karşı imparatorluğun Türk unsurunda benzeri bir davranışa en son olarak rastlamaktayız. Bunun sebebi, imparatorluğun çoğunluğunu ve yönetici kesimlerini oluşturan Türklerin onu sürdürmeyi ve kurtarmayı düşünmeleri ile ümmet yapısının etkisidir. Bu iki faktör Türklerin milliyetçilik fikrine yönelmesini önleyen fren mekanizmaları olmuştur. Ancak gayr-i müslimlerin bağımsızlık kazanarak devletten birer birer ayrılmaları, imparatorluktaki Türk olmayan Müslüman toplumların milliyetçi gayeleri sonucu, ileride üzerinde duracağımız birçok faktörün de etkisi ile Türk milliyetçiliği doğmaya ve gelişmeye başlamıştır.

Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu ve Gelişmesi

Türk milletinin Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarında büyük devletler kurmaları ve anavatanlarındang etirdikleri kültürleri uzak diyarlarda yaşatmalarının sırrını kuvvetli bir milliyetçilik şuuruna sahip olmalarında aramak gerekir. Fakat, XIX. yüzyılda Fransız ihtilalinden sonra yayılan ideolojik vasıflı modern milliyetçilik anlayışının eski Türk milliyet duygusu ile bağlantısının olduğunu söylemek mümkün değildir(11). Zaten Türklerde görülen milliyetçilik şuuru, Osmanlı döneminde, imparatorluk ve İslâm dininin tesiri altında küllenmişti(12). Bu sebeple milliyet şuuru dil hariç, Türk milleti olarak, değil Osmanlı olarak hissedilmişti. Nitekim, Avrupalıların Osmanlılar ve eyaletleri için kullandıkları Türk ve Türkiye tabirleri XIX. yüzyıla kadar Osmanlı eserlerinde kullanılmamıştır. Türk kelimesi mevcuttu, fakat daha çok "cahil Anadolu köylüsü" anlamında horlayıcı bir üslûpla kullanılmaktaydı(13). Diğer taraftan Türk millî özellikleri İslâmi pota içinde eridiğinden Türk ve Müslüman aynı mânâya gelmekteydi. Gerçekten de İslâmlığı kabul eden milletler arasında hiçbiri, kendi millî kimliğini İslâm ümmeti içinde eritmekte Türklerden daha ileri gitmemiştir. Bu gerçeği 1914'lerde Türkçülerin(14) temsilcilerinden Ahmet Ağaoğlu şöyle dile getirmektedir:
"İslâmiyet Türkün dinidir, din-i millîsidir, kavmisidir. Türk İslâmiyeti cebren, mahkûm, mağlûp olarak değil, hakim galip olarak kabul etmiştir. Bin seneden beridir ki İslâmiyetin en ağır yüklerini, omuzlarına alarak taşımaktadır. İslâmiyet yolunda Türk her şeyini unutmuştur. Lisanını, edebiyatını, iktisadiyatını ve hatta bazen mevcudiyet-i kavmiyesini bile."(15)

Türk toplumu İslâmiyetle bütünleşme sonucu tamamen dinî bağların hâkim olduğu ümmet haline gelmişti. Müslümanlık Türk milletinin ruhudur diyen Yahya Kemal Beyatlı, İslâmiyeti "millî din" olarak vasıflandırarak bu gerçeğe işaret etmektedir.

Türklerin Osmanlı hanedanından ve imparatorluktan ayrı bir millet sayılması fikri, XIX. yüzyılda batı tesiri altında ortaya çıkmış ve gelişmiştir(16). Bu sebeple Türk milliyetçiliğinin uyanışını çağdaşlaşma hareketi içinde değerlendirmemiz gerekir. Nitekim imparatorluğun Avrupa karşısında gerilemesine çözüm bulmak amacıyla XVIII. yüzyılda başlayan ve XIX. yüzyılda devam eden çağdaşlaşma hareketleri, Osmanlı devletinin temeli sayılan müesseseleri ve sosyal bünyesini sarsacak değişik kavram ve fikirleri de beraberinde getirmiştir. Avrupa'da Fransız ihtilalinden sonra yayılan vatan, millet, hürriyet ve eşitlik gibi kavramların Osmanlı tebâası arasında yayılmaya başlaması sonucu Hıristiyan tebâanın bağımsızlık kazanarak imparatorluktan birer birer ayrılmalarından sonra, buna tepki olarak Türk milliyetçiliği de doğmaya başlamıştır. Osmanlı gayr-i müslimleri arasında yayılan milliyet fikirleri çağdaşlaşma hareketleri sonucu batı ile kurulan Osmanlı elçilikleri, açılan yeni okullara davet edilen uzmanlar vb.) Türk aydınları arasında da yayılmaya başlamıştır(17). Bu faktörlerin yanı sıra II. Viyana yenilgisinden sonra başlayan toprak kayıpları, kapitülasyonlar, Avrupalılar'ın sömürgeci politikaları gittikçe Osmanlı devletini yıkılışa doğru götürmüştür. İşte Türk millî benliğinin gelişmesi için en kuvvetli faktör, hiç şüphe yok ki Türklerin devletlerini ayakta tutmak için gösterdikleri eşsiz dayanışma duygusu olmuştur.

Birçok milliyetçilik akımlarında olduğu gibi, Türk milliyetçiliğinin doğuşu da dil ve tarih gibi kültürel sahalardaki araştırmaların gelişmesiyle başlamıştır. Bu çalışmalar öncelikle Türk kavramının kazandığı yeni anlamda kendisini göstermiştir. Osmanlı resmî edebiyatında "kaba, cahil, göçbe" olarak horlayıcı bir üslûpla kullanılan Türk kavramı artık geçmişte şanl medeniyetlerin kurucusu olan asil bir millet anlamını kazanmaya başlamıştır. Bu çalışmalar aynı zamanda Avrupalılar'ın Türkler aleyhinde kullandıkları "barbarlar" kelimesine de karşı da savunma olarak başlamıştır(18). Türklerin tarihini Osmanlı tarihinden ibaret görmeyip İslâm öncesi devirlere kadar götüren milliyetçi anlayışın teşekkülünde batıdaki Türkoloji çalışmaları önemli rol oynamıştır.

XIX. yüzyıldan itibaren Çin, İslâm ve daha sonra Türk kaynakları üzerinde çalışan batılı şarkiyatçılar Türklerin Osmanlılardan önce büyük bir medeniyet kurduklarına ve dilleri ile tarihlerinin zenginliğine işaret etmişlerdir. Bu Türkologlar içinde özellikle Joseph de Guignes'in Hunların, Türklerin, Moğolların ve Daha Sair Tatarların Tarihi, Arthur Lumley Davids'in Türk Dili Grameri, Polonyalı asıllı Mustafa Celaleddin Paşanın Eski ve Modern Türkler, Leon Cahûn'un Asya Tarihine Giriş adlı eserleri ideolojik boşluk içinde bulunan ve yıkılışa karşı çare arayan Türk aydınları arasında Türklük şuurunun uyanmasında önemli tesirler bırakmıştır(19). Nitekim Tanzimat döneminde dil sahasında İbrahim Şinasi, dilin edebiyat şubesinde Ziya Paşa ile başlayan Türkçülük batıdaki Türkoloji eserlerinin etkisi ile büyük bir gelişme göstermiştir.

Batıdaki Türkoloji çalışmalarından etkilenenlerin başında Ahmet Vefik Paşa gelir. Vefik Paşa Lehçe-i Osmanî adlı eserinin giriş kısmında Türklerin ve dillerin yalnız Osmanlı ve Osmanlıca olmayıp Asya'dan Avrupa'ya kadar uzanan büyük ve eski bir ailenin en batıdaki kolu olduğuna dikkati çeker(20).

Askerî okullar nazırı Süleyman Paşa 1876'da yayımlanan Tarih-i Alem adlı eserinin
bir bölümünü İslamiyetten önceki Türk tarihine ayırır. Esas itibariyle Davids ve Guignes'in eserlerine dayanan bu bölüm modern Türk tarihçiliğinde İslâmiyet'ten önceki Türkelr'e dair ilk yazıdır(21). Diğer önemli eserinde İlmi Sarfı Türkî adını veren Süleyman Paşanın en büyük hizmeti askerî okulların ders programına millî tarihi koymuş olmasıdır(22).

Genç Osmanlılar içinde yer alan Ali Suavi Muhbir ve Ulûm gazetelerinde Türkçülüğü ve Türkçe yazmayı devamlı sözkonusu eder. Suavi'ye göre, Osmanlılar diğer Türk boyları gibi Türk soyu idiler ve dilleri Osmanlıca değil Türkçeydi(23). O'nun diğer önemli özelliği pek açık olmasa da Türkçülük, İslâmcılık ve Batıcılık arasında hiçbir zıtlık görmeyerek üç fikir akımını da aynı zamanda savunması ve laiklik fikrini ortaya atmasıdır. Bu arada Çağataycayı ve Doğu Türklüğünü Osmanlı okuyucularına tanıtan Özbekler tekkesi şeyhi Süleyman Efendi ile Müslüman Türkler arasında kullanılan yazı sisteminin ıslah edilmesini Osmanlı devletinin yöneticilerine teklif eden Azerbaycanlı Mirza Feth Ahunzâde'den de bahsetmek gerekir(24).

Bu ilmî Türkçülerin yanında vatan ve hürriyet fikirlerini yeni kuşaklara aşılayan Namık Kemal konularını Osmanlı-İslâm tarihinden seçerek tarih şuuru ile milleti uyandırma yolunda önemli bir adım atmıştır. Namık Kemal yazılarında vatan, millet ve Türkistan gibi kavramları kullanmakta ise de Osmanlıcılık fikrinin en önemli savunucularındandır(25). Kısaca Namık Kemal, Hıristiyan kavimler dahil, Osmanlı sınırları içindeki bütün cemaat ve kavimleri Osmanlılık şuuru ile yoğurup bir "Osmanlı milleti" oluşturma gayreti içindedir. Namık Kemal Vatan adlı ünlü makalesinde "İnsan vatanını sever..." diye başlayan coşkulu cümlelerle, vatan sevgisinin gerekçelerini, derinliğini ve kutsallığını çok güzel anlatır. Ancak Osmanlı devletinin parçalanacağı korkusu ile, açıktan açığa Türklük davasını savunamıyordu. Halbuki milliyetçilik Türklerden başka bütün unsurların ruhunu sarmış, artık hiçbiri kendisini Osmanlı değli, Yunanlı, Sırp, Bulgar ve Ermeni olarak görmeye başlamışlardır. Bununla beraber başta Atatürk olmak üzere bir çok Türk aydınının fikrî yetişmesinde Namık Kemal'in büyük etkisi olmuştur.

Osmanlı devletinde bu ilk Türkçülük devresi, daha ziyade ilmî seviyede olup, batıdaki Türkoloji çalışmalarının tesiri altında gelişmiştir. Dil ve tarih çalışmalarıyla Osmanlı devletindeki Türk aydınları arasında Türklük şuurunun uyanmasında önemli rolleri olan bu ilk Türkçülerin milliyetçiliği büyük ölçüde kültüreldi. Bu nedenle siyasette "Osmanlı milliyeti" ve "İslâm birliği" gayelerine önem vermekteydiler(26).

II. Abdülhamit döneminde Osmanlı devletinin devamı için zarurî kabul edilen "Osmanlı Birliği" ve "İslâm Birliği" fikirleri yanında Türkçülük de aydınlar arasında gelişmeye devam etmiştir. Bu dönemde Türkçenin imparatorluk içindeki durumunu kuvvetlendirme ve yayma konusunda önemli bir adım atılmıştır. Osmanlı tarihinde ilk defa 1876 Anayasası ile devletin resmî dilinin Türkçe olduğu kabul edilmiştir. Özellikle II. Abdülhamit yönetiminin basında, siyasî konuların yazılmasını yasak etmesi üzerine dil; edebiyat ve tarih gibi görünüşte siyasî olmayan konular Sabah, Tercüman-ı Hakikat ve İkdam gazetelerinde tartışılmaya başlanmıştı. Böyle tarihî ve kültürel tartışmaların ardında Türk millî duygusu ifadesini bulmuş ve daha sonra ki milliyetçi harekete etkisi büyük olmuştur(27). Diğer taraftan bu dönemde Türk tarihine artan ilgi, Osmanlı Türklerinin de, Türk tarihinin gerçekte kendi tarihleri olduğu şuurunun uyanmasına yol açmıştır.

Tanzimat döneminde başlayan ilmî Türkçülük bu devirde tarih, dil ve kültürel sahalarda eserlerin yayımlanması ile gelişmeye devam etmiştir. AHmet Mithat Efendi, Mufassal Tarihî Kurun-i Cedide, Mizancı Murad, Tarih-i Umumî adlı eserleriyle Osmanlı ve İslâmiyetten önceki Türk tarihine dikkat çekmişlerdir(28). Dilci ve Ansiklopedist Şemseddin Sami Osmanlı Türkçesine dilbilim açısından en büyük yardımı yapmıştır. Şemseddin Sami Kamus-u Türkî adlı eseri ile açıkça Türkçecilik yapar(29). Necip Asım, Leon Cahun'un Asya Tarihine Giriş adlı eserini esas alarak yazdığı genel Türk Tarihi ile Türk millî şuurunun ve milliyetçiliğinin uyanmasına önemli katkılarda bulunmuştur(30). Bursalı Mehmed Tahir de Türklerin Ulûm ve Fünuna Hizmetleri adlı eseri ile Türklerin İslâm medeniyetinde oynadıkları rolü ortaya koymuştur(31). Gene bu dönemde Türkçülük hareketinin tek yayın organı durumunda olan İkdam gazetesinde Şemseddin Sami, Veled Çelebi ve Necip Asım Türk dilinin araştırılması ve yazı dilinin sadeleşmesi cereyanını başlatmışlar ve önemli mesafeler katetmişlerdir. İlk defa "Türk Gazetesidir" başlığıyla çıkan İkdam'ın kültürel Türkçülüğün gelişmesinde ve Türkiye'de milliyet fikrinin tanıtılmasında önemli bir yeri vardır(32).

Bu dönemde ilmî Türkçülüğün ardından 1897 Türk-Yunan savaşının doğurduğu milliyetçi galeyân Türkçülüğün edebî safhasını başlatmıştır. Bu yeni çığır Mehmed Emin (Yurdakul)'in kuvvetli vatanseverlik ve milliyetçilik duyguları ile yazılan ve 1899 yılında yayımlanan Türkçe şiirleri ile ilk örneğini verdi. Özellikle;

Ben bir Türküm, dinim, cinsim uludur.
Sinem, özüm ateş ile doludur.
İnsan olan vatanının kuludur.
Türk evladı evde durmaz, giderim.

mısralarıyla başlayan şiirleri Türk aydınları üzerinde büyük ilgi uyandırdı. Mehmed Emin'in Millî Mücadeleye katılmak üzere Anadolu'ya geçişi münasebetiyle Mustafa Kemal Paşa O'na çektiği telgrafta "Türk milliyet severliğinin ilâhi müjdecisi olan şiirleriniz bugünkü mücadelemizin kahramanlık ruhuna doğuş ufku olmuştur" diyordu(33). Şiirde Mehmed Emin ile başlayan edebî Türkçülüğü düz yazı alanında Ahmed Hikmet (Müftüoğlu) devam ettirir(34).

Osmanlıların Kırım savaşından sonra Orta Asya Türkleri ile olan siyasî münasebetleri de Türkçülüğün canlanmasında önemli rol oynamıştır. İngiliz-Rus rekâbetinden etkilenen Orta Asya Türklerinin Osmanlı devletinden İslâm birliği adına yardım talepleri ile başlayan bu münasebetler, Osmanlılar'da; Osmanlı olmayan Türkler konusunda bir şuurlanmaya yol açmıştır. Ayrıca Rusya'da Çarlık yönetiminden kaçarak Osmanlı devletine sığınan Türk aydınları önce kültürel sonra siyasî Türkçülüğün gelişmesine önemli katkılarda bulunmuşlardır(35).

XIX. yüzyılın sonları ile XX. yüzyılın başlarında siyasî Türkçülük Rusya Türkleri arasında hız kazandı. Kırım ve Kazan'da, batı liberalizmi, Rus romantizmi ve Genç Osmanlılar hareketinden etkilenen yaygın bir Türk aydın hareketi vardı. Bu aydınlar önce kültürel Türkçülüğü, daha sonra da Pan-Slavizme tepki olarak geliştirdikleri Pan-Türkizmi (Türk Birliği) savunuyorlardı(36). Türk siyaset ve fikir hayatında önemli roller oynayacak olan bu aydınların başında gelen İsmail Gaspıralı, 1873'te Kırım'da çıkardığı Tercüman gazetesinde "dilde, fikirde işte birlik" parolası ile bütün Türklerin anlayabileceği ortak bir edebî dilin geliştirilmesi lüzumu üzerinde durmuştur(37). Türk aydınları üzerinde tesirler bırakan Hüseyinzâde Ali (Turan) de İttihat ve Terakki'nin kuruluşunda ve diğer milliyetçi cemiyetlerin faaliyetlerinde önemli roller oynayacaktır. Türkçülüğü o günlerde anlaşılan en geniş mânâsı içinde yani, Turancılık olarak düşünen Hüseyinzâde Ali'nin, Ziya Gökalp'teki Türkçülük fikrinin uyanmasında tesiri büyüktür(38).

Türkiye'de siyasî Türkçülüğün yayılmasında önemli rol oynayan Ahmet Ağaoğlu'nun yanısıra, hiç şüphesiz Rusya'dan Türkiye'ye gelenler arasında en önemli aydınlardan birisi de Yusuf Akçura'dır(39). Paris'te ilişki kurduğu Jön Türklerin Osmanlıcılık eğilimlerine karşı tepki olarak, Rusya'ya dönüşünde Mısır'da yayımlanan Türk gazetesinde Üç Tarzı- Siyaset adlı meşhur makalesini yazmıştır(40). Akçura bu makalesinde Osmanlıcılık, İslâmcılık ve Türkçülük akımlarından hangisinin Osmanlı devletinde uygulama şansına sahip olabileceğini ortaya koymaya çalışır. Sonuçta; "... artık Osmanlı milleti vücuda getirmekle uğraşmak beyhûde bir yorgunluktur" diyen Akçura, makalesinin sonunda kesin hükme varmamasına rağmen, ancak Türkçülük oplitikasının uygulanabilirliğine işaret eder. Bu döneme kadar Türkçülük bir siyaset programı halinde ortaya konulmamıştı. Akçura'nın makalesi böyle bir

Bunun hakkında hemen düşüncelerinizi ya da sorunlarınızı yazabilirsiniz...

Hızlı Yorum Sistemi
x

Mesajınız gönderildi.

Mesajınız gönderilemedi.

Güvenlik sorusu yanlış.

İsim Email Şifre Kuran'daki ilk sure

Yorumlar :

Henüz yorum yapılmamış