Üye Girişi
x

Giriş Başarılı.

Yanlış Bilgiler.

E-mail adresinizi doğrulamalısınız.

Facebook'la giriş | Kayıt ol | Şifremi unuttum
İletişim
x

Mesajınız gönderildi.

Mesajınız gönderilemedi.

Güvenlik sorusu yanlış.

Topkapı Sarayı

Topkapı Sarayı Hakkında Bilgi - Topkapı Sarayı Nedir Özet


Araştırmalar





İstanbul’da tarih boyunca kurulmuş üç imparatorluğun; Roma, Bizans ve Osmanlı’nın merkezi Sarayburnu’dur. Yedi tepenin birincisi önünde etrafı surlarla çevrili olan antik İstanbul’un Sarayburnu denilen uç bölümü, sağında Marmara Denizi, solunda Haliç girişi olup; kama biçiminde Boğaz akıntısına göğüs verir. Şehir genişleyip, üç aşamalı olarak surlarla çevrilirken, ilk önce bu kıyılar sur içine alınmıştır. Bugünkü isimleriyle söylersek; Alibeyköy, Kağıthâne, Büyükdere, Sarıyer dereleri mansıbında bir yerleşim ile Kadıköy yönünde “Kalkedonya” ve “Halkedonya” gibi örgütlenmiş siteler var idiyse de İstanbul simgesi Sarayburnu ve onun gerisindeki Birinci Tepe idi.
Sarayburnu’nda Topkapı Sarayı’nın bulunduğu bölge, Bizans döneminde, o civarda bulunan mabede izafeten “Aya Varbara” (St. Barbe) olarak anılırdı. Fatih Sultan Mehmed’in 1453’te İstanbul’u almasıyla, Bayezid’da inşa ettirdiği ilk saraydan sonra, burada 1468 yılında inşasına başlanan ve Sultan Abdülmecid’e kadar, padişahların ikametgâhı ve hizmet yeri olan Yeni Saray, sahile daha sonra toplar konulduğundan “Topkapı” olacak ve böyle anılacaktı. 18. asırda, sahilde, Sultan I. Mahmud tarafından, “Topkapısı” adını taşıyan kapının üstünde ve Sarayburnu’nu tamamen kaplayacak genişlikte büyük ahşap bir saray yaptırılmıştı. “Topkapı Sarayı” adı, evvela buraya verilmişti. Fakat, bu ahşap saray bir yangın ile silinip gitti, adı ise halk ağzında Saray-ı Cedid-i Amire’nin diğer bütün yapılarına alem olarak kaldı.
Topkapı Sarayı’nın bulunduğu Sarayburnu; Haliç, Marmara Denizi ve Boğaziçi’ni gören eşsiz bir konumdadır. Bizans’ın her devrinde ağaçlıklıydı, geniş zeytinliklerle kaplıydı. Fatih Sultan Mehmed burayı dışarıdan getirttiği ağaçlarla da bezeyerek, içinde köşk ve pavyonlarıyla muhteşem bir park haline getirdi. 1472’de Atik Sinan’a (Mimar Sinan) yaptırdığı sanılan “Çinili Köşk” İstanbul Yeni Sarayı’nın çekirdeği oldu. İçindeki güzel çinilerden dolayı “Sırça Saray” diye anılan köşk, ilk Osmanlı camilerini andırır şekilde dört eyvanlıdır ve denizi gören beş kırıklı, çıkıntı bir odası vardır.
Hemen her padişahın yaptırdığı yeni bir köşk veya sarayla gitgide büyüyen bu saraylar topluluğuna son eki 19. yüzyıl ortalarında Sultan Abdülmecid yaptırır. Sultan III. Ahmed'in yaptırdığı, sonradan yanan ahşap Topkapı Sarayı’nın adı genellikle Yeni Saray yerine kullanılagelmiştir. Beş gurup konut, iki gurup devlet dairesi, sekiz hizmetkar yeri, beş okul, on iki kütüphâne, yirmi iki çeşme, çeşitli havuzlarla, pavyonlar, bahçeler içindeki ve kıyıdaki köşklerden meydana gelen yapılar topluluğu, çevresi 5 kilometreyi bulan, 699.000 m2 lik geniş bir alana yayılmıştı. Saray aynı zamanda, içindeki “Enderun” larla bir yüksek eğitim merkeziydi; din bilgisi, sedefçilik, ressamlık, kemankeşlik ve kılıç kullanma öğretilirdi.
Ana girişe yakın avluların çevresinde Divan, Arz Odası gibi devlet işlerinin yürütüldüğü resmi daireler toplanıp, yaşama yerleri bahçelerle bağıntılı konumlanarak iki aykırı kullanışın bir arada çözümü sağlanmıştır .İç içe avlulardan çeşitli yapılara girişler vardır. Avluların düzeni genellikle yalındır. Yer yer ağaçlara gölgelenmiş, arasından toprak patikaların geçtiği çimenle döşenmiştir.

Ana giriş olan Bâb-ı Hümâyun’dan geniş ve ağaçlıklı Birinci Avlu’ya ulaşılır. Bu avluda depolar, muhafızların yerleri ve öbür hizmet yapıları yer alıyordu. Saraylılarca ata binilen yerdi. Saray içiyle, dıştaki meydan arasında geçiş niteliğindeki bu avlu eklenen yapılarla küçüldü. Avluda çevredeki ağaçlarla iki kapıyı birleştiren patika boyunca dikili ağaçlar dışında peyzaj öğesi yoktur .
Divan meydanı denilen İkinci Avlu daha küçük, ama daha güzeldi. Çeşmeler, yüksek selvilerle gölgelenmiş patikalar ve üzerinde gazellerin gezindiği çimenliklerle bezeliydi. Girişten yelpaze gibi dağılan, şimdi birisi yok olmuş beş patika;



mutabaklara, kubbealtına, hazineye ve Arz Odası’na ulaşıyordu. Avlu bir revakla çevrilidir. Ortaya doğru eğimlendirilmiş yer taşla döşelidir. Mutabakların önünde duvarlarla ayrılmış hem ilk, hem de ikinci avlulara hizmet eden bir başka avlu yer alır. İkinci avludan “Bâb-ı Saâdet” kapısı ile sarayın özel kısımlarının bulunduğu Üçüncü avlu’ya geçilir. Yaşama üniteleri bu avluyla başlıyordu. Bu avluda da öncekilerdeki gibi birkaç adet yüzyıllık ağaç, çimenli veya çiçekli yükseltilmiş bir platform üzerinde yer almaktadır.
Bu avludan geçilen Harem içinde de bazı avlucuklar, taşlıklar vardır. Geleneğe uygun olarak harem içine kapanık, kendi dış mekânlarını ve safa bahçelerini kapsayan bir yapılar topluluğudur . Harem avlularının en önemlileri, Valide Sultan Avlusu, Cariyeler Avlusu ve Şehzadeler Avlusu’ydu. Şehzadeler Avlusu’ndan bir bahçeye bakılırdı. Mualla Eyüboğlu'nun yaptığı kazılarda bahçeyle avlu-teras arasındaki düzlemde büyük bir havuz kalıntısı bulunarak restore edilmiştir. Eremya Çelebi’nin “... Burada büyük bir havuz vardır. Bu havuzun suları cuş ve huruşa gelir ve etrafında mutribler dalgalanır” diye anlattığı havuz bu olabilir. Bu havuz Sultan İbrahim’in balıklara yem diye inci serptiği, bir yapı altında ve dikmeler arasındaki daha küçük havuzla aynı düzlemdedir ama bitiştirilmemiştir. Büyük havuzun alt düzlemindeki bahçede vahşi hayvanların beslendiği bir yapı görülür. Sultan III. Osman’ın pavyonuyla, Sultan III. Selim’in odasının açıldığı avlu da bu bahçeye bakar. Bu son avlu mermer döşelidir ve ortada fıskiyeli bir havuzu vardır. Ayrıca çiçek tarhları için döşemede açıklıklar bırakılmıştır. Mermer döşeme üzerinde eğimin yanısıra, drenaj için bırakılan su yolu oyuntuları dikkate değer. Sultan III. Selim’in odası öbür yönde Harem bahçesine bakar.
Sarayın ilk üç avlusunun dışında kalan yerlere Dördüncü Avlu denilirdi, ama bu mekân avludan çok, içinde köşklerin yer aldığı bir bahçeler topluluğuydu. Ana yerleşim yapılarının tepenin üstünde, bahçelerinde eteklerinde olmasına rağmen, yeşillikler arasında tek tek köşklerle arada bağ kurulmuş ve kıyı-saraylarıyla denize dek bu ilişki uzatılmıştır. Eğim sedlendirilmiştir. Bu kısım Marmara Denizi’ne ve Boğaz’a olan görüşü, ve denizden aldığı meltemlerle, safa bahçelerinin yerleşimi için en uygun yerdi. Saraylar topluluğunu Kuzey, Batı ve Doğu’da çevreleyen Hasbahçe bugün Gülhâne Parkı diye anılır. Bu geniş doğa parçası avlanma ve sportif etkinlik için ayrılmış ama çiçek, meyva ve sebze bahçelerini de içine toplamıştı. Hasbahçe, genellikle padişahın özel bahçesine denilirken, Topkapı Hasbahçesi’nin içinde sanatın ve ilmin öğretildiği atölyeler ve öbür yapılar da yer alıyordu. Öyle ki bu hasbahçe bütünüyle devrinin bir sanat ve ilim akademisi niteliğindeydi. Bu atölyelerden Mimar Sinan ve Mimar Mehmed gibi sanatçılar yetişti.
Hasbahçe’de çiçek yetiştirmek, her devirde önemli bir tutku olmuştur. Fatih’ten başlayarak padişahların çoğunluğu bahçe sevgisini taşımış ve bu konuya eğilmişler; çiçek türlerinin en iyilerinin seçimiyle ilgilenmiş, Edirne’den gül, Halep’ten zambak getirtmişler; leylak, karanfil, lâleyi özellikle bahçelerinde görmek istemişlerdi. Lâle sevgisinin bir devre adını verdirecek dek ileri gittiğini herkes bilir. Türklerdeki çiçek tutkusunu Kanuni Sultan Süleyman devrinde İstanbul’a gelen Avusturya imparatoru Ferdidand’ın elçisi G. de Busberg şöyle anlatıyor: “İstanbul’a yaklaşmıştık. Buradan geçtiğim zaman her yanda nergis, sümbül, Lâle gibi türlü çiçekler gördük. Bunların kış ortasında açmış olmaları şaşılacak bir şeydi. Çünkü mevsim elverişli değildi. Çiçekler o kadar güzel kokuyordu ki, bizler gibi alışık olmayanların başını döndürüyordu... Türkler, çiçeklere pek çok düşkündüler... Bir güzel çiçek için pek çok para vermekten çekinmezler... Türkler, gül yapraklarını da yere düşürmezler, çünkü, inançlarınca gül, Hz. Muhammed’in terinden meydana gelmiştir”
Sultan III. Murad'ın Uzeyr Beyine gönderdiği şu buyrukta bahçeler için 500.000 adet sümbül soğanı istenmektedir:
Saray bahçeleri için Halebe tabi Uzeyr’den sümbül soğanı getirilmesine dair, “Uzeyr Beyine hüküm ki, bahçelerim mühimmi için 500.000 adet sümbül soğanı lazım olmagin tahsil içün Hassa bağçelerim odabaşlarından Korkud odabaşı irsal olunmuştur. Buyurdum ki vardukda te’hir itmeyüb civar-ı mezburda bulunan mahallerde gayet alasından 500.000 adet sümbül soğanların tahsil idüb mezbur odabaşıya teslim itdirüb eğlendirmiyüb emir olunan mikdarı soğanlar ile bervechi istical irsal etmek üzere olsın. Bu babda Haleb Defterdarına dahi masraf içün lazım olan akçe-i Haleb hazinesinden viresun deyu hükmüm gönderilmiştir” Fi 18 Reiülahir 987 (1579)
Sultan III. Murad devrindeki bir başka buyruk da şudur:
Saray bahçesine Edirne’den gül getirilmesine dair, “Edirne’de Bostancıbaşı’ya hüküm ki İstanbul’da vaki olan Darüsaade-i Atik bahçesiyçün gül lazım olmagin olıgeldiği üzre, Edirne’den gül ihraç etdirilüb gönderilmek emir idüb adet-i kadim üzre lazım olan akçe verilmiştir. Buyurdum ki, vardıkda tehir ve tevakkuf eylemiyüb gereği gibi mukayyed olub, şimdiye değin tedarik olunduğu üzere gül fidanı tedarik eyliyüb bargirlere tahvil idüb südde-i saâdetime gönderesin. İhmal ve müsaheleden hazer eyleyesin” Zilhice 995 (1578) .
Gene bu devirde Kırım’dan, Kefe’den Lâle soğanları getirtilmiş, İngiltere Kraliçesi I. Elizabeth’e bir heyet gönderilerek saray bahçeleri için İstanbul'da bilinmeyen ender çiçek tohumlarının yollanması istenmişti . Sultan Mehmed özellikle beğendiği “ranunculus” tohumunu ve köklerini Suriye’den ve Ege Adaları’ndan getirtirdi.
Sultanların çiçek tutkusunu doğrulayan 17. ve 18. yüzyıllara ait iki belge de şunlardır :
Saray bahçelerine Maraş’tan sümbül soğanı getirilmesine dair, “Maraş Beylerbeyi’sine hüküm ola ki, hâlâ Hassa bağçelerde sümbül soğanı kullanılmayub irtiyet-i Maraş’ta olan yaylalar ve dağlar sümbül yerleri olmagin 50.000 dane ak sümbül ve 50.000 dane dahi gök sümbül soğanı cem olunub, muaccelen gönderilmesi lazım olmagin buyurdum ki...” Fi 7ş. 1001 (1593)
Edirne’den saray bahçeleri için gül getirilmesine dair, “Edirne kadısına ve Edirne bostancıbaşısına hüküm ki, Südde-i Saâdetim’de Hassa bağlariyçün kadimden gönderildiği üzre dörtyüz kantar kırmızı gül ve üçyüz kantar sakız gülü fidanı gönderilmesini emir idüb buyurdum ki...”
Sultan III. Ahmed devrinde artarak Sultan I. Mahmud devrinde sürmekte olan Lâle tutkusuyle hasbahçenin doğusunda bir de lâle bahçesi düzenlenmişti.
Ağaç türlerinin seçimi ve dikimi de padişahları yakından ilgilendiriyordu. Şu belge de bunu doğruluyor:
Saray bahçelerine ağaç getirilmesine dair, “Hassa bostancıbaşısı olan Mustafa dame mecdihuya İznikmud (İzmit) kadısına ve Kara Mürsel ve Yaylakabad kazaları naiblerine hüküm ki, çinar ve dişbudak ve karaağaç ve idris ve çitlembik ve mişe ve defne ve ergavan ve ahlat hadıka-i hümâyunuma gars olunmak içün İznikmid ve Kara Mürsel ve Yaylakabad kazalarından taze ve mevzun fidan gelmek mu’tad olmağla zikrolunan kazalardan bulundığı mahallerden 4000 mikdarı balade mezkur ecnas fidan bostani hasekilerinden...” Fi evahiri C 1148 (1735).

Safa bahçelerinin içinde ve deniz kıyısında padişahların yazlık olarak yaptırdıkları köşkler ve saraycıklar yer alıyordu. Saraylar topluluğunun ilk öğesi olan Çinili Köşk’ün hemen Kuzey’inde Sultan III. Mehmed’in bir köşkü, çevresinde “Kalferi” denilen Ağa Vekili bahçesi karşısında ve şimdiki Arkeoloji Müzesi’nin yerinde Kum Kasrı ve Çinili Köşk’ten seyredilen cirit oyunlarının yapıldığı Kum Meydanı bulunuyordu. Dış kısımda, kente açılan Soğukçeşme Kapısının yanında, Sultan III. Murad devrinde ahşap olarak bulunduğu bilinen, padişahın ordu geçitlerini, utku ve bayram şenliklerini, sultanların nişan ve düğünleriyle, sadrazamca kabul edilecek yabancı elçiler için düzenlenen alayları seyrettiği Alay Köşkü, bahçeler içinde Dördüncü Avlu’nun hemen başlangıcına yakın yerde Sultan Mehmed'in seferleri sırasında Bağdat’la Revan’da gördüğü yapıtlardan esinlenerek kurdurduğu Bağdat ve Revan Köşkleri yer alırlar. Bağdat, Revan ve Sünnet Köşkleriyle çevrilen teras bütün saraylar topluluğunun en güzel dış mekânlarından biridir. Deniz yönündeki parmaklıklarda, yer döşemesinde ve havuzla fıskiyesinde mermer kullanılmış olması, mekân anlatımına bütünlük verir. Kenar ortasında “İftariye” denilen üstü kapalı ufak bir pavyonun bulunduğu bu terastan İncir Bahçesi’ne ve onun da alt düzeyindeki bahçeye, ama en güzeli engin denize ve İstanbul’un eşsiz silüetine bakılır.
Sünnet Köşkü’nün yanındaki geniş havuz, gerisindeki yapının dikmeleri arasında serin ve güzel bir köşedir . Terastan öbür yönde merdivenle, bir köşesinde fıskiyeli bir havuzun bulunduğu Lala Bahçesi’ne inilir. Yanlışlıkla Lâle Bahçesi diye de anılmış olan bahçe, bir yanda Hazine Daireleri, öbür yanda da Mustafa Paşa Pavyonu’yla uzun yönde sınırlanır. Bu pavyondan merdivenle iki havuzun bakışımlı olarak yer aldığı aksiyal düzenli Şimşirlik’e inilir. Şimşirlik Köşkü iki katlıdır ve alt katı dikmelerin içinde, merdivenin iki yanında ufak birer taşlık şeklindedir. Bahçenin Bağdat Köşkü’ne yakın kısmında geniş bir havuzu vardır. Lala Bahçesi’nin öbür ucunda Lala Kulesi yer alır . Bu uca Yeni Köşk de denilen Abdülmecid veya Mecidiye Pavyonu’nun önündeki açıklık bitişiktir. Mecidiye Pavyonu bu saraylar topluluğunun son ekidir.
Kıyıdaki ilk köşk olan Mermer Köşk’ün yerinde yapılıp hâlâ kalıntıları bulunan Sultan İbrahim’in koruduğu sepetçilerin bir bağışıyla inşa edilmiş Sepetçiler Köşkü’yle, şimdi hiçbir izi kalmamış birçok kıyı-sarayı vardı. Bunlardan en önemlisi olan ve tüm saraylar topluluğuna adını veren Topkapı Kıyı-Sarayı’nın yapımına, Sultan II. Ahmed devrinde küçük bir daireyle başlanmış, Sultan I. Mahmud devrinde genişletilip harem kısmı eklenmiştir. 1741-1742’de başlayıp, 1749 da biten saray ahşaptı ve Türk baroğu özelliklerini taşıyordu. Sultan III. Selim devrinde Topkapı Kıyı-Sarayı’nın yeni bir plana göre yapılması için hazırlıklara girişildi ama bu ahşap yapı ancak Sultan II. Mahmud devrinde gerçekleştirilebildi.
Kıyıda ayrıca, Sultan I. Mahmud’un Mahbubiye Kasrı, Hekimpaşa Köşkü, Adalet Köşkü, Kara Mustafa Paşa Köşkü, Sultan Selim'in Mermer Köşk’ü, Serdab Köşkü veya Şevkiye Kasrı, Silahdar Köşkü, Telhis Köşkü, Sinan Paşa tarafından sekiz kemer üzerinde yaptırılmış Sinan Paşa Köşkü, Bostancıbaşı Köşkü, Kanuni Sultan Süleyman’ın beş kubbeli, havuzlu, selsebilli divanhâneleri olan ve yüzyıl önce yanan İncili Köşk’ü, gene aynı devirde Mimar Sinan’ın yapıtı olan çadır şeklindeki tek katlı önü dikmeli, arkadaki padişah dinlenme yerinin üzeri kubbeli Yalı Köşkü bulunuyordu. Padişah Hıdırellezde, bayramların ilk günlerinde ve Kaptan Paşanın donanmayla denize açılış törenlerinde Yalı Köşküne gelirdi. Ayrıca denize çıktığında, saltanat kayığına buradan binerdi .
Böylece Topkapı Saray topluluğunun genel konumu türlü devirlerdeki eklemelerden dolayı dağınık bir görünüm arz eder. Köşk ve diğer pavyonların yapımından önce, bahçe düzeni Batı etkisinin henüz sokulmadığı Türk özelliklerini taşıyordu. Örneğin çimenlikler, çiçek tarhlarıyla ağaç dizmelerinin bakışımsız düzende oluşları gibi. Önemli bir Türk peyzaj öğesi olan su ise, sonraki devirlerde de olduğu gibi, her yerde cömertçe kullanılıyordu. 1819’daki bir plandan Topkapı Hasbahçesi’nin hâlâ doğal stilini, başka bir deyimle Türk benliğini kaybetmediği anlaşılır. Ama bir süre sonra Hasbahçe Avrupalı mimarların etkileriyle yenibaştan düzenlenmiştir. Örneğin, 1840’larda Hasbahçe mimarı bir Alman’dı. 1855’teki planına göre artık doğal stilde değil, klasik stilde düzenlenmiş durumdaydı. Yani Türk niteliklerinden uzaklaşıp, Avrupa’ya dönmüştü. Sultan Reşad devrinde de Gülhâne Parkı ile Fransız bahçevanbaşı Deroin uğraşmıştır.
Gene de Avrupa etkisinin girdiği yerler yalnızca safa bahçeleri olmuş, bunun dışındaki kısımlar aynı özelliklerini sürdürmüşlerdir. Bilindiği gibi, saray bahçeleri, meyvalıkları ve sebzelikleriyle kendine yeterli nitelikteydi. Bağ ve sebze bahçeleri gibi fonksiyonel bahçelerin varlığı ise, güzellikle kullanılışlılığı birleştiren Türk bahçesinin özelliğidir.
Bugünkü Gülhâne Parkı’ndan inen yol üzerinde saray bağı yer alıyordu; ayrıca sebze bahçeleri de vardı. Saray bahçe ve bostanlarıyle uğraşanlara “Hasbahçe bostancıları” ve “Hassa bostancıları” denilirdi. Hasbahçe bostancıları “Gılman-ı bahçe-i hassa” diye adlandırılmıştı. Hasbahçe bostancıları 20 bölüktü. 16. yüzyılda bostancıların sayısı 641’di; her bölükte en az 19, en çok 49 bostancı bulunurdu. 16. yüzyılın sonlarında hasbahçe bölüğünde 921 bostancı çalışmakta idi. Padişah bahçelerinde 200 kadar sebzeci vardı. Elde edilen bahçe ürünlerinin gereğinden fazlası satılır, karı bostancıbaşı tarafından padişaha sunulurdu. Saray çiçekleri 17 çiçekçi dükkanına satılırdı. Böylece saray bahçelerin bir bölümü fonksiyonel olarak da kullanılıyordu.
Fonksiyonel bahçelerin safa bahçelerinin yanında yer alması Avrupa bahçelerinde de görülür. 17-18. yüzyıllarda örneklerini veren sebzeliği, bağı, meyveliği ve koruluğuyla kendine yeterli park-bahçeler, Topkapı gibi, Türk saray topluluklarıyla paralellik gösterirler. Ama Avrupa örneklerinde saray yapısı geniş arazinin içinde, araziyle fazla bir ilgi kurulmaksızın, genel konuma pek etkisi olmaz şekilde yerleştirilirken, Türk örneklerinde bahçeler saray yapılarını izler; yani önce yapıt, sonra bahçe gelir.
Padişahlar, Topkapı’daki saraylar ve bahçelerle yetinmeyip, İstanbul ve çevresinde havasının, suyunun, görünümünün güzelliğiyle tanınan yerlerde bahçeler ve köşkler yaptırdılar. Özellikle 17. yüzyıla dek küçük köylerden meydana gelen Boğaziçi’nde av koruları ve tek tük köşkleri varken, asıl saray ve kasırlarını bundan sonra yaptırdılar. Böylece yazlık yaşantıları Topkapı kıyı saraylarından, Boğaziçi ve çevre kasırlarına kaydı.
Sultan III. Selim Boğaz kıyılarında Avrupa stili büyük sarayların yapımına girişen ilk hükümdar olmuş, Beşiktaş Sarayı’yla Çırağan Yalısı’nı geniş ölçülere çıkartmış; Sultan II. Mahmud'dan beri ise, padişahlar Boğaziçi kıyılarında yaptırdıkları çağdaş saraylarda oturmayı yeğ tutmuşlardır. Sultan II. Mahmud eski İstavroz arsalarıyla, Çırağan bahçelerinde yaptırdığı iki Avrupa stili sarayda uzun süreler yaşamıştır. 1850’den sonra, devrin padişahı Abdülmecid’in Beşiktaş Sarayı’nda sürekli kalmasıyla Topkapı Sarayı padişah konutu olmaktan çıkmış, üstelik Abdülmecid’in 1853’te Dolmabahçe Sarayı’nı yaptırmasıyla bu nitelik artık bu yeni saraya geçmiştir.
Bundan böyle padişahlar Beylerbeyi, Çırağan, Beşiktaş ve Dolmabahçe Sarayları arasında mevsimlere göre göç eder olmuşlardır. Bunların dışında Çinili, Yıldız, Bebek, Tarabya, Kalender, Göksu, İcadiye, Çengelköy, Çamlıca, Şemsipaşa, Haliç’te Çağlayan ve İmrahor Kasırları ve daha pek çokları zaman zaman gezinti ve eğlenti için uğrak yerleri olmuştur.
Sultan Abdülmecid, babası Sultan Mahmud'un kısmen terkettiği Topkapı Sarayı’na kışları bir-iki ay uğrar, yılın geri kalanını Çırağan, Beylerbeyi, Beşiktaş ve Dolmabahçe saraylarında geçirirdi. Kırktan çok çocuğu, Boğaziçi Saray ve kasırlarında doğdu. Sultan Abdülmecid’in saltanatının son yıllarında, 1860’da çıkan bir yangınla, ve daha sonrakilerle de harap olmaya yüz tutan Topkapı Saray yapıları artık büsbütün ihmal edilmiş, Topkapı kıyı-sarayı 1863’te yanmış, öbür kıyı köşk ve sarayları da ya yanarak, ya bakımsızlıkla ortadan silinmiş, ya da çok gideri gerektirdiğinden yıktırılmış, kalanlar da Sirkeci Demiryolu yapımında yok edilmiştir. Bugün bu büyük saraylar topluluğundan kalan ana kitle, en tepede konumlandırılmış üç avlunun çevresinde toplanan karmaşık yapıtların meydana getirdiği devasa dikdörtgendir. Bahçeler içinde bazı köşkler, kütüphâne ve mescid kalmışsa da kıyı köşk ve sarayları tamamen yok olmuştur. Bahçeler büyük ölçüde daralmış, bir kısmı Gülhâne Parkı adiyle halka açılmıştır.
Topkapı Sarayı’nın ihtişamı, büyük tutulmuş ölçülerinde değil oranlarında, her köşesinde işlenmiş yüksek sanat değerlerinde ve ölçülerindedir. Kapı oranlarında “Altın Kesit” (ayak/parmak/adım/kulaç gibi insan ölçü/oranlarının kullanılması ile oluşturulmuş ölçü) görülür. Birbirinden ayrı yapılar halinde inşa edilen Topkapı Sarayı bazı araştırmacıların yorumladığı gibi Orta Asya göçebe geleneğini değil, bugün Batı’dan yeniden öğrenmeye çalıştığımız peyzaj mimarlığı/doğaya uyum geleneğini yansıtır.


Topkapı Sarayı.Ayrıntılı Bilgi İçin.Önemli Eserler

Afife Batur.Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi.İstanbul1934
Ahmed Refik.Eski İstanbul.İstanbul.1931
Celal Esad Arseven.Eski İstanbul.İstanbul.1989
Gönül Arslanoğlu Evyapan.Eski İstanbul Bahçeleri.Ankara.1972
Mehmed Ziya.İstanbul ve Boğaziçi.İstanbul.1920
Münevver Ayaşlı.Dersaadet.İstanbul.1993
Rakım Ziyaoğlu.İstanbul Kütüğü.1985
Reşad Ekrem Koçu.İstanbul Ansiklopedisi
Reşad Ekrem Koçu.Osman Gazi’den Atatürk’e.Cumhuriyet Gazetesi Özel Eki


Bunun hakkında hemen düşüncelerinizi ya da sorunlarınızı yazabilirsiniz...

Hızlı Yorum Sistemi
x

Mesajınız gönderildi.

Mesajınız gönderilemedi.

Güvenlik sorusu yanlış.

İsim Email Şifre Kuran'daki ilk sure

Yorumlar :

1. Canan yildirim yolladı.   25-09-2013 14:09  

Özetmi lan bu ?!


2. buse nur hira yolladı.   11-02-2014 17:17  

okussunuzz