Üye Girişi
x

Giriş Başarılı.

Yanlış Bilgiler.

E-mail adresinizi doğrulamalısınız.

Facebook'la giriş | Kayıt ol | Şifremi unuttum
İletişim
x

Mesajınız gönderildi.

Mesajınız gönderilemedi.

Güvenlik sorusu yanlış.

Kullandığınız Sosyal Medyayı Seçin
Yeni Klasör 8 yıldır sizin için en güvenli hizmeti veriyor...

Teknoloji dünyasındaki son gelişmeler ve sürpriz hediyelerimiz için bizi takip edin.

Resulullah'ın misafiri çinli Muhammed

> 1 <

firari00

grup tuttuğum takım
Cezalı Grup
Hat durumu Cinsiyet Özel mesaj 144 ileti
Yer:
İş:
Kayıt: 25-12-2007 06:36

işletim sistemim [+][+3][+5] [-]
kırık link bildirimi Kırık Link Bildir! #278841 01-01-2008 20:37 GMT-1 saat    
Resûlullah'tan haber var "yarın benim kardeşim..."




Bu röportajda anlatılanlar 2003 yılının Ağustos ayında bizzat yaşanmıştır. Anlatımında ne bir eksiltme ne de bir artırma vardır. Doğu Türkistan-Çin-Türkiye-Hicaz dörtgeninde yaşanan olayların anlatımıdır. Bu hâdise Beyan dergisinin Şubat sayısında editör bölümünde küçük bir not olarak yayınlanmıştı. O gün bugündür, okurlarımızdan gelen istek üzerine, bu hâdiseyi bizzat yaşayan Zikrullah kardeşimize sorduk, o da ayrıntısı ile cevapladı. Zikrullah kardeşimiz hâlen Beyan dergisinde, beyan ailesi ile birliktedir.

Dertlerin, ıstırapların, sıkıntıların arka planlarında rahmet vardır, güzellik vardır, nur vardır. Nerede zulüm varsa, oradan adam gibi adamların kokusu duyulur, zulmün olduğu yerde ibadet de bir başka oluyor…
20. yüzyılın en büyük zulüm ve işkence uygulanan bölgelerinden biri belki de en başta geleni Doğu Türkistan… Bağımsızlıkları Kızıl Çin tarafından ellerinden alınalı elli yıl oldu. Elli yıldır Doğu Türkistan kan ağlıyor. Elli yıldır kan ağlıyor, ama elli yıl öncesine göre o topraklarda yiğit kokusu artmış. Zulüm Uygur kardeşlerimizi şuurlandırmış, ihlâs ve samimiyetlerini artırmış, Allah ve Resûlüne olan bağlılıklarını pekiştirmiş.
Doğu Türkistan'da yaşanan içler acısı durumu, bizzat yaşayanlardan dinleyeceğiz. Bize Doğu Türkistan zulmünü anlatan kardeşimiz, Beyan dergisinde birlikte çalıştığımız Zikrullah Türkistanoğlu'dur.
Beyan:
– Zikrullah kardeşimiz, bize kendini kısaca tanıtır mısın?
Zikrullah Türkistanoğlu:
–1979 Çin İşgalindeki Doğu Türkistan'da doğdum. İlk, orta, lise ve Üniversite eğitimimi Çin'de tamamladım. Sonra yurt dışına çıktım ve Arap ülkelerinde dinî tahsilimi tamamladıktan sonra Türkiye'ye geldim. Yaklaşık 5 senedir Türkiye'de ikamet etmekteyim. Burada birtakım İslâmî vakıf ve yayın evlerinde İslâmî kitapları Çinceye tercüme ederek, gerek görsel, gerek matbuat, gerekse internet ortamında yayınlayarak Çinlilere Allah'ı ve Resûlullah'ı tanıtma, tebliğ etme ile meşgul oldum.
Beyan:
– Asıl meseleye dönelim. Şu Müslüman olan Çinli kardeşlerimizle tanışmanız bu aşamada oldu herhalde. Nasıl oldu tanışmanız?
Zikrullah Türkistanoğlu:
– Türkiye'ye geldikten sonra bir İslâmî vakıfta çalışmaya başladım. Önceleri Çince ve Osmanlıca çeviriler yapıyordum. Bir iki yıl böyle geçti. Sonra Çince internet sitesi kuruldu, bu sitede İslâmî tebliğ yapmaya başladık. İslâmiyet'i tanıtan İslâm dininin özelliklerini anlatan yazıları, İslâmî eserleri bu sitede yayınlıyorduk. Bu yayına başladıktan sonra Çinlilerden yoğun bir ilgi gördük. Sitemizi ziyaret eden Çinlilerden mesajlar gelmeye başlamıştı. Zamanla mesajlar yoğunlaştı, onlar soruyor biz cevaplıyorduk. Zamanla email grupları oluşturduk. Gruptaki arkadaşlarımızın İslâm dinine olan ilgileri arttı.


ÇİNLİLERMÜSLÜMAN OLUYOR

Beyan:
– İnternet ortamında tanıştığınız ve mailleştiğiniz kişiler mi Müslüman oldu?
Zikrullah Türkistanoğlu:
– Her şeyde bir hayır vardır mantığı ile bakarsak aslında 11 Eylül vakası ümmete bir rahmet olmuştu. Tıpkı batıda olduğu gibi çok sayıda Çinlide de İslâmiyet'e merak uyandırmıştı.. Çeşitli sorular soruyor, İslâmiyet ile terörün, Müslüman ile teröristin farkını öğrenmeye çalışıyordu. Biz de âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberin terörist olmadığı gibi, onun ümmetinin de terörist olamayacağını, haksiz yere bir insanı öldürmenin tüm insanlığı katletmek ile eşdeğer olduğunu ilgili âyet ve hadisler ışığında anlatıyorduk. Bu sorucevap şekli çoğu zaman ilerleyip, Kur'an'ın Müslüman hayatındaki rolü, Peygamberin İslâmiyet'teki yeri hakkında sorulara dönüşüyor ve sonunda Allah'ın bir ve varlığını sorgulamaya, araştırmaya kadar varıyordu. Biz elimizden geldiği kadar ilmî deliller ile Allah'ın güneş ışığı kadar aşikâr olan varlığını anlatmaya çalıştık. Gayretin bizden tevfık Allah'tan olduğuna hep iman etmişimdir. Sonunda Elhamdülillah Allah bu çabalarımızı boşa çıkarmadı ve senelerdir Komünist Çin eğitim sisteminin Ateizm ve Darwinizim propagandası ile kirletilen kalpler iman nuru ile temizlenmeye, yürekler aslî fıtratına dönerek, kendini yaratana teslim olmaya başladı.
Bu Müslüman olanların yirmi otuz kişisi ile haberleşmemiz devam etti. Onlar İslâm'ı soruyor, ben de bilgim dâhilinde cevaplıyordum. İslâmî eserleri Çinceye çeviriyor, sonra da sitede yayınlıyorduk. Mail arkadaşlarımın birinden bir teklif geldi. İstanbul'a bizi ziyarete gelmek istiyordu. İstanbul'a gelirlerse memnun olacağımızı söyledik.
Beyan:
– Mail arkadaşlarınız, birbirlerini tanıyorlar mıydı? Yirmi kişi dediğiniz bu Çinliler sadece internet ortamında mı tanışıyordu, yoksa orada kendi aralarında görüşebiliyorlar mıydı?
Zikrullah Türkistanoğlu:
– İnternet'te tanışmadan önce, tanışmıyorlardı. Mail arkadaşlığından sonra sadece üç tanesi orada yüz yüze tanıştı. Diğerleri ile İstanbul'da tanıştı. Çinli kardeşimizin İstanbul'a gelme önerisini grup içinde tartıştık ve diğer arkadaşlar da bu fikre katıldı. Mail arkadaşlarımız içinden on bir kişi İstanbul'a gelmeye karar verdi. Bu on bir kişinin üçü Çin'de tanışma fırsatı bulmuştu. Diğer sekiz kişi birbirlerini tanımıyordu. Çinin değişik bölgelerinden hareket ederek İstanbul'a geldiler. Bir hafta içinde on bir Çinli kardeş İstanbul'a gelmişti. Yüz yüze tanıştık, onlar da birbirleri ile tanıştılar. Aramızda kısa sürede çok sıcak bir dostluk kuruldu. İslâm'ı onlara daha detaylı bir şekilde anlatma fırsatı bulduk, zaten daha önceden Müslüman olmuşlardı, şimdi inançları biraz daha pekişmişti. Onların Müslümanlıkları bir aylık, en uzunu iki aylıktı.

ÖNCE İSTANBUL, SONRA MEKKE

Beyan:
– Umreye gitme fikri nasıl ortaya çıktı?
Zikrullah Türkistanoğlu:
– Onlar benden sürekli İslâmî bilgiler öğrenmeye çalışıyor, ben de elimden geldiğince öğretmeye çalışıyordum. Zaten İstanbul'a geldiklerinde sadece iman etmişlerdi, bunun dışında başka hiçbir amelleri yoktu. Konuşmalarımız esnasında Kâbe'den ve Resûlullah'tan bahsettik. İçlerinden bir tanesi; "Mademki Çin'den buralara geldik, Çin'e dönmeden Mekke ile Medine'yi de ziyaret edelim, Çine öyle dönelim." Bu öneri kabul gördü. Hazırlıklara başlandı, Beni de beraber götüreceklerdi, ben onlara hem İslâmiyet'i öğretecek, hem de rehberlik ve tercümanlık yapacaktım. Birtakım sebeplerden dolayı ben onlardan önce İstanbul'dan hareket ettim. Ben İstanbul'dan çıktıktan dört gün sonra da onlar İstanbul'dan uçağa bindiler ve onları Cidde hava alanında karşıladım.
Kardeşlerimi Cidde hava alanından alarak Mekke'de kalacağımız otele götürdüm. Sonra Mescidi Haram'ın yolunu tuttuk.
Beyan:
– Çinli kardeşlerimizin çok fazla bilgilerinin olmadığını söylemiştin. Kâbe'ye gittiğinizde onlar nasıl ibadet ediyor, vazifelerini nasıl yapıyorlardı?
Zikrullah Türkistanoğlu:
– Beytullah'a girdiğimizde tek bir âyet dahi bilmiyorlardı. Benim hem Çince bilmem, hem de Arapça bilmem onların işine çok yarıyordu. Onlar soruyor, ben cevaplıyordum. Çince ile Arapça'nın uyumu çok zor oluyordu. Allah ismi şerifini dahi düzgün telaffuz etmekte zorlanıyorlardı. Tavafta mü'minler "Leybek Allahumme Leybek…" nidaları ile dönerken, Çinli kardeşlerim Leybek'ı telaffuz edemiyordu. Ben de onlara Leybek yerine "Allah" deyin dedim. Onlar da sesleri çıktığı kadar "Allah, Allah" nidaları ile tavaf etmeye başardılar.

KÂBE'DE KILINAN İLK NAMAZLAR

Beyan:
– İlk namazı Beytullah'ta mı kıldılar?
Zikrullah Türkistanoğlu:
– İlk namazlarını o gün Beytullah'ta kıldılar. Yatsı namazı vaktiydi. Farz namazda imama uymalarını söyledim. Yatsının farzını kıldık. Sünnetleri de onlara anlattım, okumak için tek bildikleri Allah ismi celilesi idi. Onlar da sünnet namazlarında kıyamda, rükûda, secdede, Ettehiyyatta sadece Allah diyorlardı. Çoğu zaman da şaşırmamaları için ben yanlarında kılıyordum, kılarken beni takip ediyorlardı.
Beyan:
– Çinli kardeşlerimizin isimlerini ne zaman değiştirdiniz?
Zikrullah Türkistanoğlu:
– Beytullah'taki ilk gecemizden otele döndüğümüzde onlara dedim ki: "Siz Allah'ın rahmeti ile Müslüman oldunuz, yani aslınıza döndünüz. Kelime-i şahadet getirmek ile cahiliye deviriniz ile aranızı keskin çizgi ile ayırdınız. Cahiliyeye ait ne varsa atmanız, İslâm'ın size yüklediği ilk vazifedir. İlk adım olarak "İsimlerinizi değiştireceğiz." dedim. İsimler Çinceydi Çan yin, Cang şu yung, Wang Jing lu gibi. Ben onlara Muhammed, Bilal, Ömer, Usame, Hamza, Osman, Ebû Bekir olmak üzere sahabe-i kiramın isimlerini verdim. Bu on bir kardeşimden bir tanesi eşi ile birlikte gelmişti. O bacımızın ismini da Hatice koyduk.

NAMAZDAN ALDIĞI TADI HİÇBİR ŞEYDEN ALMAMIŞTI

Beyan:
– Muhammed, tek kelime ile fabrikasını kapattı öyle mi? Acaba Çin'deki kardeşi Muhammed'in bu sözüne uymuş muydu?
Zikrullah Türkistanoğlu:
– Telefonu kapattıktan sonra, Muhammed kardeşinin söylediklerini bana anlatıyordu. Kardeşi ona şöyle diyordu "Sen delirdin mi, sana bir şey mi yaptılar. Bizi iflas mı ettireceksin? Fabrikanın anlaşmaları var, çalışanların tazminatları var, alacak verecek, böyle bir anda kapatılır mı? Biz Bu fabrikayı kurana ve şimdiki hâle getirene kadar az mı sıkıntı ve çile çektik. Fabrikanın ürettiği içkinin Çin'in önde gelen markalarından olduğu, yurt içi ve yurt dışında önemli siparişlerin geldiği böyle bir dönemde fabrikayı kapatmak ne demek? Bari birkaç ay mühlet ver de işleri yoluna koyup da kapatacaksak, kapatalım." Kardeşinin bu sözlerini dinlemiyor, "Şartlar ne olursa olsun, üretim duracak. Çünkü Allah böyle emretmiş, bu emri duyduğumuz andan itibaren uygulamak mecburiyetindeyiz." diyordu.
Kardeşi ona demiş ki; "Böyle bir karar ile en az 200 bin dolar kaybımız olur." Muhammed de dedi ki; "Ne olursa olsun fabrika kapanacak." Sonraki günlerde kardeşini yine aradı, fabrikanın üretimini durdurduğunu söyledi, gerçekten yaptı mı bilinmez, ama Muhammed üretimin durduğundan emindi.
Beyan:
– İşte iman, işte Müslüman değil mi? Bu derece teslimiyet gösteren Muhammed'de gördüğün başka acayiplikler var mıydı? Çünkü bu derece teslim şuuruna eren bir mü'minde başka olağanüstülükler de olmalıdır?
Zikrullah Türkistanoğlu:
– Muhammed'in namazları çok farklıydı. Ağlamadığı namaz yok gibiydi. Her gördüğüm namazda ağlıyordu. Bir de sünnet namazlarını çok uzatıyordu. Kıyamda o kadar kalıyordu ki, neredeyse biz namazı bitiriyorduk ki, o henüz ilk rekâtın kıyamını tamamlamamış oluyordu. Merak ettim, bir tek sûre bilmiyor, kıyamda bu kadar uzun dururken ne okuyordu. Dedim ki:
"Muhammed Bir tek sûreni dahi tam okuyamıyorsun. Kıyamda bu kadar uzun duruyorsun, ne söylüyorsun?" Bana dedi ki "Öyle bir haz alıyorum ki, imkân olsa diğer namaz vaktine kadar kıyamda dururum. Allah diyorum başka bir şey diyemiyorum."
Birde Muhammed'in ufku çok geniş olan biri idi. İlerde anlatacağım Medine olayından sonra, bir gün Medine'de Mescidi Nebevide kendi aramızda konuşuyorduk. Etrafımızda camiye ziyarete gelen peçeli Müslüman hanımlar geçiyordu. Söz İslam'daki kadın örtüsünden açıldı. Ben: "Müslüman kadının örtünmesindeki ana kuralın Ahzab 59.ayete geçen "Namahremler tarafından tanınmama" prensibi olduğunu,bunu Peygamber efendimizin, "Peygamber'in hanımlarından bir şey istediğiniz zaman perde arkasından isteyin. Bu, hem sizin kalpleriniz, hem de onların kalpleri için daha temiz bir davranıştır." mealindeki Ahzab 53.ayet ile hayatına aktardığını, bir keresinde, Peygamber efendimiz: "bir erkek ile bir kadın yalnız bir araya geldiğinde, üçüncüsü şeytandır" dediğinde, Ayşe (Radiyallahu anha): "'kocanın akrabası hakkında (kayınbirâder gibi) ne dersiniz?' diye sormuş ve Peygamberimizin: "o zaten ölüm demektir!" cevabını verdiğini, Bu neden ile yüzünü Kaynına dahi göstermeyen Müslüman hanımın Namahremlere, Yabancı erkeklere göstermemesi gereğini söyledim. Aramızdan bir Çinli kardeşimiz: "Sahabelerin Ümmetin annesi olan Peygamber efendimizin hanımları ile dahi perde arkasında konuştuğunu söyledin. Bu Peygamberi örnek kabul eden biz Müslümanların uyması gereken kuraldır. Ama Pasaport, Kimlik gibi şahısın tanınması zorunlu olan alanlarda Kadın durumu ne olacak?" diye sordu. İslam'ın hükümlerini hevesli, hevesli anlatmakta olan ben bu beklenmedik soru karşısında dona kaldım. " Zorunlu hallerde göstere bilir belki." diye bildim. Muhammed hemen müdahale etti: "bu sorun Parmak izi uygulaması ile çok rahat aşılabilir. Çünkü hiçbir insanın parmak izi bir birine benzemiyor. Japonya'da k.kart İşlemlerinde ve bazı özel eğitim kurumlarında başkasının yerine sınava girmesinin önlenmesi için Parmak izi kontrol uygulaması vardır. Hatta ben ehliyet alırken böyle bir kontrol uygulanan sınava katıldım. Allah bir kural koymuş ise, muhakkak onun bir yolu vardır. Yeter ki biz Allah'ın koyduğu kurallar çevresinde düşünelim, fikir üretelim." Muhammed böyle bir kişiliğe sahip biri idi.
Beyan:
– Muhammed de görünen bu hâller diğerlerinde de görülüyor muydu? Gerek namazlarında gerekse diğer uygulamalarında, diğer Çinli kardeşlerimiz ne yapıyordu?
Zikrullah Türkistanoğlu:
– On bir Çinli kardeşim son derece samimi ve ihlâsla ibadet yapıyordu. Namazlarda çoğu ağlıyordu. Ama Muhammed bir başkaydı, o diğerlerinden gerçekten farklıydı. Çok yer dolaştım, çok mü'minle karşılaştım, teslimiyetin bu derece zirvede olduğu bir başkasını görmedim. O kardeşi ile telefon konuşmasını hatırlıyorum, değil bir içki fabrikası, bütün dünya o anda onun olsaydı, Allah'ın emri yerine gelsin diye bütün dünyayı verirdi, o kadar kararlıydı.

ÇİN'DEKİ İÇKİ FABRİKASINI KAPATTIRDI
Beyan:
– Bu Çinli kardeşlerimizin kaç yaşlarında bulunuyordu?
Zikrullah Türkistanoğlu:
– En genç olanı 25 yaşında idi, en yaşlısı da 40 yaşında. 25 ile 45 yaş arasında bulunuyorlardı. Bu kardeşlerimizin hâlleri görülmeye değerdi. Çin ırkının gereği olarak boyları kısa, hepsi de zayıftı, ihrama girmişler, acemi acemi hareketler yapıyorlardı. Bu hâlleri o kadar hoş ve sevecendi ki anlatmakla tarif edilmez.
İslâm dini ile ilgili onlara anlattığım her şeyi kayıtsız şartsız kabul ediyor, harfiyen uygulamaya çalışıyorlardı. Yani Allah ve Resûlullah onların sadece namazlarına değil, gündelik yaşamının tüm detaylarına karışıyordu. Yani her hareketlerini Kur'an ve Sünneti Resûlullah'a göre ayarlıyorlardı. Zemzem için onlara şöyle demiştim; "Peygamber Efendimiz suyu nasıl içmemizi bize öğretmiştir. Ayakta içilmez, oturarak sağ elle içeceksiniz, yudum yudum 3 nefeste içilecek." Onlar da benim anlattıklarımı istisnasız uyguluyorlardı. Çok susadığım bir gündü, zemzeme vardım, bir dikişte zemzemi içtim. Yanımda bulunan Muhammed hemen beni uyardı; "Yudum yudum iç, bir dikişte içme, Peygamber Efendimiz böyle su içmemize müsaade etmez." dedi.
Namazdan önce misvak kullanmayı söylemiştim. Buna o kadar riayet ediyorlardı ki, kesinlikle misvak kullanmadan namaza durmuyorlardı. Onların durumu bembeyaz boş bir kâğıda benziyordu, beyaz kâğıda ne yazarsan, okunuyordu. Çinli kardeşlerime ne veriyorsam onu alıyorlardı. Ezberler yaptırıyor, kısa sûreleri öğretiyordum.
Bir gün Mekke'de dolaşırken Hilton otelinin önünden geçiyorduk, Çince adı Çang Yu Min yeni adı Muhammed, karşısında Hilton'u görünce, kapısından içeri girdi. Resepsiyonu, sağı solu şöyle bir gözden geçirdi. Sonra bana sordu:
"Burada içki yok mu?" Ben de; "Burada içkinin ne işi var, burada içki olmaz" dedim. Muhammed sadece içki içmenin yasak olduğunu biliyordu. İçki üretmenin, satmanın yasak olduğunu bilmiyordu. Bana dedi ki:
"Çin'de benim içki fabrikam var. Çin'deki Hilton otelleri ile anlaşmam var, otellerin kimi içkileri benim fabrikamdan veriliyor. Burada Hilton'u görünce bizim ürettiğimiz içkilerden buraya da geliyor mu diye baktım." Muhammed'in Çin'de içki fabrikası olduğunu yeni öğrenmiştim. Bir şeyler yapmam lâzımdı, benim düşündüğümü gören Muhammed sordu:
"Hayırdır, niçin durgunlaştın. Yanlış bir şey mi var. İçki üretmek, satmak da mı yasak yoksa?"
Kafamda şimşekler çakmaya başladı. Ne demem gerekti. Daha yeni Müslüman olan birsine, üstelik geçimini içki üretimi ile sağlayan birisine içki üretiminin tıpkı içilmesi gibi haram olduğunu söylemem doğru bir davranış mıydı? Geçimi içki üretimi ile sağlanan, yeni Müslüman olan bir insan bu haramlığını kaldırabilir miydi? Ya kaldıramadan imanından dönerse? İslâm'dan vazgeçerse…. Çünkü işin ucu paraya dokunduğunda, yeni Müslüman olan birini bir kenara bırakalım, senelerce namaz kılmaktan alnı nasırlanmış Müslümanlarımızın imanı dahi sallanıyordu.
Tam o sırada akşam ezanı okundu. Ben Muhammed'e bu hususta konuşmanın epey zaman alacağını söyleyerek, sorunun cevabını namazdan sonraya erteledim. Kafamda hâlâ net bir cevap oluşamıyordu. Tereddütler ile doluydu. Şöyle düşündüğüm de oldu: Sahâbeye dahi içki üç merhalede yasaklandı. Bizim imanımız sahâbe imanı gibi olamazdı. Bu yüzden içki üretimin yasağını şimdilik gizleyim. Daha sonra İslâm'a daha pek ısındığında, imanı pekiştiğinde anlatırım. Diğer yandan şöyle düşündüm: Hayır. "Bugün sizin dininizi tamama erdirdim." mealindeki âyet ile Allah dinini tamamlamıştır. Bize bu din nasıl tamamlanmış ise, Resûlullah nasıl bırakmış ise, öyle amel etmek, öyle tebliğ etmek düşer. Bir de ağaç yaş iken eğilir, daha yeni iman etmiş bu kardeşin İslâm'a büyük hayranlık duyduğu, İslâm adına ne verilirse büyük aşk ve zevk ile, sorgusuz, itirazsız kabul ettiği, gündelik yaşamına uygulamaya çalıştığı bu döneminde, fırsatı iyi değerlendirip anlatmam gerek.
Ben bu tereddütler arasında Mescide girip namaza durdum. "Her derdin devası namazdır." diyen sözü, İmam Rabbânî'nin hayatını anlatan bir kitapta okumuş idim. İmam namazın ilk rekâtında: "Allah'ın açığa vuracağı şeyi, insanlardan çekinerek içinde gizliyorsun. Oysa asıl korkmaya lâyık olan Allah'tır." mealindeki Ahzab sûresi 37. âyeti okudu. Şok oldum. İkinci rekâtında ise: "Şayet onlar, sırt çevirecek olurlarsa, artık biz seni onların üzerine bir gözetleyici olarak göndermiş değiliz. Sana düşen, yalnızca tebliğdir…." mealindeki Şura sûresi 48. âyeti okudu. Tevafukun böylesi diyeceğim, ama bu sanki bana Allah'ın ikazı idi. Evet, Cenabı Allah sanki bana, benim Allah'ın emrini söylemek ile yükümlü olduğumu, hidayet etme makamında olmadığımı hatırlatıyordu. Ben Allah'ın âyetini gizlemek gibi bir vahametin uykusundan uyanıp, namazdan sonra daha sünneti kılmazdan önce, benden iki saf ileride namaz kılan Muhammed'in yanına vardım ve ona: "Evet," dedim, "içki içmek nasıl haram ise, üretmek, satmak da haramdır." Hayret ve değişiklik bu sefer Muhammed'de idi. Bana dedi ki: "Hemen bir telefon bulmalıyız." diyerek benim elimden tutuğu gibi Mescidin dışına çıkardı. Yol kenarındaki pasajların içinde telefonlar vardı. Hemen bir telefonun yanına gittik, heyecandan telefon numaralarını unutmuştu, telefon rehberi de yanında değildi. Bana beklememi söyledi, koşarak kaldığımız otele gitti, kısa süre sonra nefes nefese, elinde telefon defteri ile geri döndü. Telefonu çevirdi, karşı tarafta kardeşi vardı. Hâl hatırdan sonra kardeşine aynen şunları söyledi:
"Fabrikayı kapatıyorum." Karşı tarafın ne dediğini duyamıyordum, ama itiraz ettiği belli oluyordu. "Hayır! Allah'ın yasak ettiği bir şeyi biz yapamayız. Allah emretmiş, içki içmek, üretmek, satmak haramdır. Konuşacak bir şey yok, ben fabrikanın faaliyetine derhal son vermeni söylüyorum." Karşı taraf itirazlarına devam ediyordu. Muhammed kararlıydı fabrika şu anda kapanacaktı:
"Bütün zararları kabul ediyorum, alacaklarımızı terk ediyorum, onlar haramdır. Sen fabrikanın faaliyetine son ver ben gelince sıkıntıları çözerim." dedi ve telefonu kapattı.
ALLAH'IN EMRİ MODA EVİNİ KAPATIN

Beyan:
– Mekke'de ne kadar kaldınız?
Zikrullah Türkistanoğlu:
– Mekke'de üç hafta kaldık. Üç haftanın sonunda, Medine'ye doğru yola çıktık. Medine'ye yaklaştığımız anlardı, Muhammed ile aynı koltukta oturuyorduk. Oturduğumuz yerde elime bir gazete geçti. Gazetenin ismi Medine idi. Arka sayfasında bir bayan resmi, şampuan reklamı vardı. Ben bu resmi görünce hayret ifadesi olarak "Allah, Allah" dedim. Benim itirazımı duyunca neye itiraz ettiğimi sordu. Ben de ona durumu anlattım. Bana dedi ki; "Kadınların böyle reklam yapmaları İslâm'a uygun değil mi?" Ben de kadınların böyle reklam, moda gibi işlerle uğraşmalarının İslâm'a aykırı olduğunu söyledim. Benim bu sözüm üzerine. "Eşimin moda ve stilist merkezi var. Bir de eşim ve baldızım bir tekstil konfeksiyonu işletiyorlar. Orada mini etek, kısa tişört, bayan diz üstü çorabı üretiyorlar. Kadınlara yönelik, moda, model ve modelistlik İslâm'a aykırı mıdır?" Ben de moda, model ve mankenliğin İslâm'ın yasakladığı işler olduğunu, Peygamber Efendimizin Müslüman kadının süslenerek sokağa çıkması bir yana, parfüm, koku sürerek çıkmasını bile yasakladığını ve Resûlullah'ın Müslim ve Tirmizî de geçen: "Bir kadın süslenip evinden dışarı çıkıp evine dönene kader kaç erkeğin şehvetini tahrik etmiş ise, o kadar erkek ile zina yapmış gibidir." hadisini söyledim. Medine'ye indik, otele yerleştikten sonra, Mescid–i Nebevî'nin yolunu tuttuk. Muhammed yanıma geldi. "Kardeşim, gel bir telefon daha edelim, şu işi halletmeden Resûlullah'ın huzuruna çıkmak istemiyorum." Anlamıştım, moda merkezi ve tekstil konfeksiyonunu da kapatacaktı. Ona dedim ki:
"Ziyareti yapalım, namazı kılalım, ondan sonra telefon edersin."
"Hayır." dedi, "Ben bir haramı çiğnemiş hâlimle Resûlullah'ın mescidine giremem." Kesin kararlıydı, bir telefon bulduk. Bu sefer telefon rehberi cebindeydi. Aradı hanımı ile konuştu. Kardeşi ile olduğu gibi, hanımı ile de tartışıyordu. Telefon konuşmasından anladığım, Çin'de sıkıntı vardı. Ne oluyordu, bütün işleri tasfiye ediyordu. Hanımı da karşı geldi. Telefon konuşmasından sonra bana anlattı. Hanımı diyordu ki:
"On gün önce fabrikayı kapattırdın, şimdi de el emeği göz nurum olan moda merkezini kapatıyorsun, sen normal değilsin. Gelinceye kadar bir şey yapmayacağım, gelince ne yaparsan yap. Eğer dediğini yapacak olursak, fabrika ve moda merkezinin bize zararı iki yüz bin doların çok üzerinde olacak." Muhammed kararlıydı, moda evi ve konfeksiyon kapanacaktı. Hanımı kapatacağı sözünü vermişti. Muhammed rahatlamıştı, birlikte Mescidi Nebevî'ye gittik, ziyaretleri yaptık, namazlarımızı kıldık.


SECDEDE TESLİM EDİLEN RUH

Medine'de de çok duygulu anlar yaşadık. Dönüş zamanımız yaklaşmıştı, bir hafta dolmak üzereydi, cumartesi günü dönecektik. Cuma sabahıydı, sabah namazında Mescidi Nebevî'deyiz. Farzı kılıyoruz, Çinli kardeşlerimle aynı saftayız, Muhammed benim solumda namaza durmuştu. Kıyam, rükû, ardından ilk secde, hep birlikte secdeye vardık, secdeden kalktık, oda ne Muhammed secdede kaldı. İlk rekatın ikinci secdesini de yaptık, ikinci rekata kalktık, Muhammed hâlâ secdede bulunuyordu. Şaşkındım, acaba ne olmuştu? İkinci rekât bitti, rükû, secde ve ettahiyat, derken selâm ve namaz bitti. Muhammed hâlâ secde de öylece duruyordu. Ben normalde uzun uzun gece namazı kılan Muhammed'in secdede uyuduğunu, yorgunluktan kendinden geçtiğini düşündüm. Omzuna dokunup kalkmasını söylemek için elimi uzattım, elimle omzuna dokunmamla birlikte sağ tarafa düşmesi bir oldu. Muhammed nefes almıyordu… Acaba dedim, olamazdı. Muhammed sağlığı yerinde, herhangi bir hastalığı olmayan biriydi, olsa olsa yorgunluktan bayılmıştır.
Başına toplandık, ellerine, başına, omuzlarına masaj yaptık, çare yok, Muhammed'de en küçük bir hareket yoktu. O sırada Mescidi Nebevî'nin görevlileri olaya el koydu. Ambulansa koyarak yakındaki hastahaneye götürdüler. Biz de peşlerinden gittik. Hastahaneye vardık, doktorlara Muhammed'i sorduk, bize "Buraya gelmeden önce vefat etmişti." dediler. Tarif edemeyeceğimiz derecede üzüntüye kapılmıştık. Arkadaşlar ağlıyordu, hep birlikte ağlıyorduk. Şimdi ne yapacaktık?

YÖNETİCİ SECDEYE KAPANDI

Çaresizlik içinde ne yapacağımızı konuşurken, hastahanenin kapısında bir hareketlenme oldu. Kapıya baktığımızda özel bir arabadan inen ve orada bulunanların ilgi gösterdikleri bir zatla karşılaştık. Herkes bu zata hürmet ediyor, yol gösteriyordu. İnsanların ilgisi ile hastahane kapısına kadar geldi, bizlere baktı. Çinli kardeşlerimizi tepeden tırnağa süzdü ve orada bulunan görevlilere dönerek dedi ki:
"Bu sabah burada ölen bir Çinli var mı?" Görevliler:
"Var." dediler. Bu sözü duyan bu hatırlı zattan beklenmedik bir hareket oldu. Tekbir getirdi:
"Allahu Ekber" dedi ve bulunduğu yerde secdeye kapandı. Yaklaşık olarak bir dakika secdede kaldı. Secdeden kalktığında gözleri yaşlıydı. Görevliler, biz orada bulunan herkes merakla bir açıklama bekliyorduk. O da herkesin meraklı bakışlarını anlamış, elinin içi ile gözlerini sildikten sonra dedi ki:
"Bu gece Resûlullah'ı rüyamda gördüm, bana dedi ki, "Bu sabah benim mescidimde bir Çinli kardeşim vefat edecek onun cenaze namazına katıl."
Beyan:
– Bu hatırlı zatın kim olduğunu öğrenemediniz mi?
Zikrullah Türkistanoğlu:
– Öğrendik. Medine'nin önde gelen yöneticilerinden idi. Önce Mecidi Nebeviye gitmiş, sormuş ve bir kişinin hastaneye kaldırıldığını öğrenince, hastaneye gelmişti. Öğlen namazında Mescidi Nebevî'de Muhammed'in cenaze namazı kılındı. Sonrada Cennetü'lBakî de toprağa verildi.
Toprağa verilirken, nasip oldu, ben de yanı başında bulunuyordum. Mezara konulurken, kefeninin baş kısmı açıldı. Rabbim, Muhammed'in yüzünü son defa bana gösterdi. Muhammed'in sakalı yoktu, yani Muhammed köseydi. Şunu hep söylüyordu: "Ne olurdu hiç olmazsa birkaç tane sakal kılım olsaydı da o candan çok sevdiğim Resûlullah'ın sünnetini yerine getirseydim." Allah şahittir ki, kefen açıldığında Muhammed'in çenesinde birkaç tane uzamış sakal kılının olduğunu gördüm. Bir şey daha gördüm ki; Muhammed esmer tenliydi. Fakat şimdi yüzünde esmerlikten eser yoktu, nur gibi parlıyordu.
Beyan:
– Sonra ne yaptınız?
Zikrullah Türkistanoğlu:
– Son derece üzgündük, vaktimiz dolmuş hemen ertesi günüde ayrılmamız gerekiyordu. Muhammed'i Resûlullah'a emanet ederek, Muhammed ile çıktığımız yolda, Muhammed'siz olarak geri dönüyorduk.
Bu hâdise bende çok derin izler bıraktı. Şunu gördüm ki; teslimiyet arttıkça aynı oranda sebepler ortadan kalkıyor. Mevlâ'ya kullukta ne kadar ileri gidilirse, dünyadan ne kadar uzaklaşırsanız, Allah da kuluna o kadar yaklaşıyor. İşte Muhammed örneği, daha iki ay öncesinde, dinden, imandan habersiz bir yaşantısı vardı. Müslüman olduktan sonra Çince lisanın Arapçaya uyumu zor olduğundan bizim gibi tam mahrecine uygun Allah diyemezdi, Peygamber diyemezdi, ama kalbi ile, ibadeti ile, ameli ile, itaati ile öyle bir Allah diyordu ki, iki ay sonra Resûlullah onu yanına almış, ona karşılama yaptırmıştı.
Buradan çıkarılacak en önemli ders, Allah için neleri feda edebiliyorsunuz? Muhammed o noktaya ulaştı ki, bütün dünya ve dünyanın içindekilerin tasarrufu onda olsaydı, Allah ondan bütün elindekileri istese, hiç tereddüt etmeden verecekti

Bunu ilk beğenen siz olun

Hata Oluştu


> 1 <