Üye Girişi
x

Giriş Başarılı.

Yanlış Bilgiler.

E-mail adresinizi doğrulamalısınız.

Facebook'la giriş | Kayıt ol | Şifremi unuttum
İletişim
x

Mesajınız gönderildi.

Mesajınız gönderilemedi.

Güvenlik sorusu yanlış.

Kullandığınız Sosyal Medyayı Seçin
Yeni Klasör 8 yıldır sizin için en güvenli hizmeti veriyor...

Teknoloji dünyasındaki son gelişmeler ve sürpriz hediyelerimiz için bizi takip edin.

mitin susurluk raporu

> 1 <

whitewolf
Teşkilat-ı Mahsusa

grup tuttuğum takım
Binbaşı Grup
Hat durumu Cinsiyet Özel mesaj 3678 ileti
Yer: cehennem
İş: Selçuk İnşaat
Kayıt: 08-05-2006 04:36

işletim sistemim [+][+3][+5] [-]
kırık link bildirimi Kırık Link Bildir! #141397 15-11-2006 00:22 GMT-1 saat    
Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı

KUTLU SAVAŞ

ÖNSÖZ
İlişikteki rapor "Soruşturma" raporu olmadığı gibi fezleke veya teftiş raporu da değildir.

Giriş bölümünde açıklandığı üzere başkanlığımızın bir soruşturma raporu hazırlaması için teknik ve hukuki olarak yetkisi de yoktur. Ek: 1 olarak yer alan Başbakanlık Onayı da bu çerçevede imzaya sunulmuştur.

Rapor sadece Başbakanlık makamına bilgi sunmak ve önerilerde bulunmak üzere hazırlanmıştır. Doğruluğu, yanlışlığı, eksikliği sadece Başbakanlık makamınca takdir edilecektir.

Teftiş kurullarının hazırladığı raporlar genellikle "gizli" kaydını taşıdığı ve kamunun bilgisine ancak makamın izni ve uygun görmesi ile sunulabildiği cihetle, bu raporumuz, ilgililerin veya kamunun bilgisine sunulması amacına matuf böylesine bir öneriyi ihtiva etmeksizin doğrudan ve sadece Sayın Başbakan'a arzedilecektir.

Giriş
Bu rapor Sayın Başbakan'ın 13.08.1997 tarih, TEFTİŞ.M:139 sayılı onaylarına istinaden hazırlanmıştır. Mezkûr onaydan da anlışalacağı üzere Sn. Başbakan'ın konuyla ilgili şifahi talimatları, sonra da yazılı emirleri alınmıştır.

Bu konunun kamuoyunda yarattığı heyecan ve ilginin yanısıra Teftiş kurulları açısından değerlendirilmesi önem taşıyacaktır. Çünkü kamuoyunda Susurluk kazası/olayı adı altında bilinen ve tartışılan konu hukuken bir trafik kazasından ibarettir. Bu konu da yargıya intikal etmiştir ve yapılacak bir iş veya bürokratik işlem kalmamıştır. Oysa kamuoyu, siyasetçi - Yeraltı Dünyası - Kamu Kuruluşları ilişkisi ve kişisel menfaat etrafında yoğunlaşan ve büyük ölçüde para, menfaat ve güç sağlamaya dönük illegal faaliyetlerden rahatsızdır. Bu faaliyetlerin "terörle mücadele ve ülke menfaatleri" olarak gösterilmesi ve bu perdenin arkasına gizlenmesi ayrı bir rahatsızlık konusudur.

Kamuoyunun paylaştığı bu çerçeve, gerçekte "Susurluk Olayı"nın da genel çerçevesini oluşturmaktadır.

Geçtiğimiz aylarda Başbakan Erbakan'ın çalıştırdığı müfettişler, Türkiye Büyük Millet Meclisi Araştırma Komisyonu da bu çerçevede çalışmış ve raporlarını bu zeminde oluşturmuşlardır. Beklenti de bu yöndedir. Sayın Başbakan'ın temayülü ve muhtelif konuşmalarda altını çizdiği çerçeve de bu kapsamdadır. Başkanlığımız da görev alanını, bu yaklaşımın belirlediği bir muhteva içinde düşünmüş ve çabalarını bu noktalara teksif etmiştir.

Bu yaklaşım doğru ve genel kabul gören bir çerçeveyi oluşturduğu gibi yeni görevlendirmelerin de hukuki zemini teşkil etmektedir. Aksi taktirde Susurluk olayı ile irtibatlı konuların hemen tamamının yargıya intikal etmiş olması, Başkanlığımızın yeniden görevlendirilmesini imkânsız kılacak bir mahiyet arzedecekti.

Sadece İçişleri Bakanlığı Teftiş Kurulu'nca 18, Emniyet Genel Müdürlüğü tarafından 16 adet inceleme - soruşturma yapılması, Susurluk kazasının trafik yönü itibariyle bir mahkemede, çete oluşturulması yönüyle DGM'de, Topal cinayetine ilişkin davanın bir başka mahkemede, konuyla ilgili birçok davanın da değişik yargı mercilerinde yürümekte olması, Maliye, Adalet ve Turizm Bakanlıkları'nca kendilerini ilgilendiren konularda inceleme - soruşturma yapılması, dolaylı konuların ilgili kurumlarınca ele alınmış olması gözönünde tutularak, gerçekte Susurluk olayına girmek içni maddi konuların tümünün ele alınmış olması sebebiyle, Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanlığı konunun dışında bırakılabilirdi.

Ortada olan tek alan yukarıda arzedilen ve kamuoyunun da beklentisine cevap olarak illegal ilişkilerdi.

Bu noktada bir özel konuya temas etmekte yarar vardır.

Susurluk Kazası'nda yeralan kişilerin kazanın oluş mahalline kadar değişik yerlerde - İstanbul, Yalova, İzmir, Kuşadası - aynı günlerde birliktelikleri, hatta S.E.Bucak'ın beyanına göre koruma polislerinin takip edildiklerine ilişkin endişeleri nedeniyle önce İzmir'i, sonra da Kuşadası'nı terketmeye karar vermeleri sonucu İstanbul'a dönerlerken Susurluk'taki trafik kazası vukubulmuş ancak kamuoyunun ve medyanın tepkisi ile kazanın öncesi günlerdeki birliktelikler ve kazanın oluşumu önemli ölçüde her yönüyle ele alınarak yargıya intikal ettiğinden raporumuzda bu konular, bilindiği ve tekrara yer vermemek için ele alınmamıştır. Bu konuda bir başka temel düşüncemiz, "Susurluk Olayı" adı altındaki kapsamlı ve çoğunlukla illegal ilişkiler ağını dikkate getirmek olduğundan, özellikle polisiye olaylar noktasında kaybolmadan, olayı bütünüyle takdim etmektir.

Aslında bir bütünlük içinde ele alınması gereken Susurluk konusu, yukarıda kısaca sunulduğu üzere, parçalara ayrılmış işin özü ve esası özellikle yargı safhasında gözden kaçmıştır.

Mehmet Ali Yaprak kaçırılmış, olay adliyeye intikal etmiş, Gaziantep Savcılığı, İstanbul Savcısı'nın ifadeleri alıp göndermesini talep etmiştir.

İfadeler alınmış, gönderilmiş ve takipsizlik kararı verilmiştir.

Gaziantep Savcısı ise yüzleştirme kararını yazmış ancak, daha sonraki safhalarda bu husus da gerçekleştirilmemiştir.

Mehmet Ali Yaprak'ın kaçırıldığı araçta Müfit Semet'in parmak izi bulunmuş ama konunun adliyeye intikal etmemesi sağlanmıştır. Bir kamu kuruluşunun üst düzey yetkisili devreye girmiştir. Şubat 1997'de Başbakanlık bu konunun takibini Adalet Bakanlığı'ndan yazı ile talep etmiş, Bakan Şevket Kazan talimat vermiş konu Ceza İşleri Genel Müdürlüğü'nde beklemeye bırakılmış, Eylül 1997'de yazılı talebimizle konu ancak hatırlanmıştır. İçişleri Bakanlığı kayıp silahlar konusunda soruşturma yapmış nedense tüm bilgi ve belgeler toplanmış olmasına karşılık konu 10 adet Baretta ile sınırlı tutulmuştur.

İçişleri Bakanlığı'na yazılan ve "bilgileri için" Danıştay'a da gönderilen yazımız, dosyaların henüz kendilerine intikal etmemiş olmasına rağmen, "Danıştay'ın incelemesi safhasındadır" ibaresi sebebiyle Danıştay'ın tepkisini çekmiştir. (Açıktır ki fezlekenin bakanlıkta onayını takip eden safha Danıştay incelemesidir.) Neticede suçu ve suçluluğu su götürür 5 emniyet mensubu yargıya sevk edilmiş, milyonlarca dolarlık silah alımı konusu ortada kalmış eksik araştırma, hatalı değerlendirme yönündeki ikaz bakanlıkça dikkate alınmamış, aksine yeni bir raporla ilk çalışmanın doğruluğu iddia edilmişse de Danıştay'ın özel harekat mensupları hakkındaki suç duyurusu bakanlığın eksik soruşturmasının delili olmuştur. Ama halen de milyonlarca dolarlık silah alımı konusu bakanlıkça sonuçlandırılmamıştır.

Raporun değerlendirme safhasında bu örnekler çoğalacak ve detaye edilecektir. Üzerinde durulan husus, bütün parçalara ayrıldığı, hiçbir makam ve merciide birleştirmenin yapılamayacağı bir noktaya gelinmiş olduğudur.

Başbakanlık Teftiş Kurulu: Yargı alanına girmemeye özen göstererek imkân olduğu taktirde yargıya yardımcı olmayı da hedefleyerek bu bütünlüğü sağlamaya dönük bir çalışma yapmıştır.

Devletin işleyişinden ve Teftiş Kurullarının çalışma sisteminden haberdar olan herkes, (bu safhada) Susurluk Olayı'nı her yönüyle "soruşturmaya" imkân kalmadığını tesbit edecektir.

İşin önemle kaydedilmesi gereken bir diğer yönü, bazı konuların ancak polis yetkisinde olan hususları kapsadığı ve müfettişler eliyle sonucu ulaşmanın güçlük arzettiğidir.

Ömer Lütfü Topal'ın evi cinayetten kısa bir süre sonra aranmıştır. Arayanların şefi olduğu iddia eden ve bariz bir Doğu Anadolu şivesi ile konuşan bir kişinin mevcudiyeti tesbit edilmiştir. Cinayetten uzunca bir süre sonra evin etrafında herhangi bir güvenlik tedbiri olmadığı da iddia edilmiştir.

Bu konu polisiye bir çalışmayı gerekli kılmaktaydı. Elde edilecek bilgileri yargıya da iletmek üzere gerekli çalışmaların yapılması Emniyet Genel Müdürlüğü'nden talep edilmiştir.

Emniyetçe yapılan araştırma hata veya eksiklik olmadığı gibi bir sonuç vermiştir. Ancak aynı yazımız içinde yeralan MİT İstanbul Bölge Başkanlığı'nın Topal cinayeti konusunda Emniyeti niçin uyardığı ve niçin bir gurup polisi suçladığı iddiasının cevabı ortaya çıkmamıştır.

Keza Ömer Lütfi Topal'ın muhasebe ve gizli kayıtlarının bulunduğu bilgisayarların polisiye usul ve metodlarla aranması ve bulunması yine Emniyet Genel Müdürlüğü'nden istenmiştir.

Çalışmamızın önemle kaydedilmesi gereken bir diğer yönü vardır. Hemen hemen her teftiş inceleme ve soruşturmada ortaya çıkan temel görüntü, kurumların müfettişler karşısında sergilediği tavrın özelliği hususudur. Kurumlar ve yöneticiler araştırma yapan denetim elemanlarına karşı genellikle zahiri bir açıklık ve şeffaflık içinde yaklaşıyor görüntüsü altında gerçekte hiçbir yardım sağlamamaya özen gösterirler. Çalışma mekanı, sekreter, telefon, araç temin edilir, sadece bilgi vermede çekimserlik gündemdedir.

Araştırılan konunun müsebbibi olanlar haliyle çekimserdir. Konuyla ilgili olmayanlar "bu işe bulaşmamak kaygısındadır." Bürokraside her zaman gözlemlenen bu tavır elbette normaldir, tabiidir. Susurluk olayında ise daha normal ve tabiidir.

Başbakanlık Teftiş Kurulu bu tavrı hiçbir zaman engelleme, örtme olarak algılamamış ve karşıt bir tedbire ihtiyaç duymamıştır. Çünkü bu tavrı etkisiz kılmanın yolu gerekli gereksiz evrakları dikkatle incelemek ve ilgililerle bıkmadan usanmadan sonu gelmez görüşmeler yapmaktan geçmektedir. Dört saatlik bir sohbetin neticesi bazen iki sayfa tutan not olmuştur. Genellikle de bir isim, bir ilişki, bir hesap numarası, bir görevlinin olmaması gereken bir yerde bulunması, bir telefon numarası veya bir banka irtibatı takip edilecek ve ulaşılacak bir bilgiye işaret etmiştir.

İşte bu görüntü içinde kamu kurumları Susurluk Olayı patlak verince zahiri bir heyecanla üzerlerine düşen görevi yapma gayreti içine girmişlerdir. İçişleri Bakanlığı'nın ve Emniyet Genel Müdürlüğü'nün inceleme ve soruşturmaları bu cümledendir.

Adalet Bakanlığı ise kendilerine Ocak 1997'de aktarılan iki konudan birini Bakan Şevket Kazan'ın talimatına rağmen inceletmemiştir.

Turizm Bakanlığı, Kumarhaneler (Talih Oyunları Salonları) ile ilgili hususları ele almış rapor tanzim etmiş, Ömer Lütfü Topal'a verilen ve kayıtların gözardı edilmesi ile elde edilen sabıkasızlık kaydına dayalı ruhsat işlerinde Bakanlığı yanıltan Adalet Bakanlığı adli sicil ilgilileri hakkında işlem yapılmasını talep etmiş, ancak Emperyal Şirketi'nin kanunsuz elde edilmiş işletme ruhsatlarını iptal etmeyi -görüşmelerden anladığımız o ki- hatırlarına bile getirmemişlerdir. Kasım 1997'deki uyarımız da bir sonuç vermemiştir.

Eximbank, Türkmenistan'da iki oteli kredilendirmiştir. Neticede anlaşılmıştır ki bu iki oteli kumarhaneleri ile birlikte işleten Emperyal Şirketi'dir ve esas borçlu da yine Emperyal'dir. Eximbank bu bilgiye rağmen temdit taleplerini uygun karşılamıştır. Kendilerine teftişin icraya karışmayacağı, ancak mevcut bilgilere rağmen Emperyal'in kredisini yeniden temdit etmede hassiyet göstermeleri hatırlatılmıştır.

Susurluk olayı ile alakalı ve ilgi çekici bir husus da kurumların kendi kusurlarını unutup bir diğerini suçlama konusundaki itinalı davranışlarıdır. Askerler ise tam bir suskunluk ve sessizlik içinde olaylara sadece seyir açısından bakmışlardır. Oysa Jandarmanın söyleyecek çok sözü olması gerekirdi. Özellikle de Yeşil, itirafçılar konusu ile Cem Ersever'in niçin veya nasıl öldürüldüğünü araştırıp Kamuoyuna değilse bile Başbakanlığa duyurabilirlerdi.

Siyaset de Susurluk konusunda tarafsız olmamıştır. Konunun ülke meselesi mi hükümet meselesi mi olduğu siyaset sahnesinde anlaşılamaz hale getirilmiştir.

Bir sayın Devlet Bakanı "Başbakanlık Teftiş Kurulu'nun, bu konudaki birikimine rağmen kendisine müracaat etmemesini" tenkit konusu yapmıştır. Hem de gazetelere beyanat vererek.

Kendisinin bakış açısının farklı olduğu iki gün sonraki beyanatıyla da (Gizli Servisler, CIA vs.) ortaya çıktığı cevabını vermek elbette mümkün olamamıştır. Üstelik Başbakan dahi partisinin ve şahsi politikasının gözlüğünü kullanmamızı teklif etmemiş, empoze etmeye çalışmamışken sayın Bakanın kişisel bakış açısını empoze etmekten öteye gitmeyecek bir görüşme isteğini basının sayfalarına aktarması, kurulumuzun çekimserliğinin haklılığını ortaya koymuştur.

Diğer bir husus da şudur; Teftiş Kurulu'nda yıllardan beri çalışan her müfettiş görevi aldıktan sonra yasal imkanlar ve çalışacağı kurumlarla başbaşa kalır. İlk defa -muhtemelen de son defa- sayın Başbakan, karşılaşacağımız herhangi bir güçlüğü aşmamız için kendisine yaptığımız müracaatı anında karşılamış, doğrudan veya dolaylı olarak çalışmalarımıza yardımı dokunacak bilgilere ulaşmamız için gerekli her türlü ilgi ve yardımı sağlamıştır.

Temmuz ayında görev verirken; Teftiş Kurulu'na hiçbir müdahale yapılmaması, buna tevessül eden olursa ve gerekirse kendilerinin devreye girmesi ve bürokrasiden gelebilecek rahatsızlığı gidermesi temennimizi tereddütsüz kabul etmiştir. Sayın Başbakan bu şarta gereğinden fazla riayet ettiği gibi çalışmaların safhalarında bilgi dahi istememiştir. Bu durum bazı hükümet üyelerinin ve bazı milletvekillerinin ümitsizliğine yol açtığını görmemiz üzerine Sayın Başbakan'a (20 Kasım 1997'de) Devletle alâkalı pek çok irtibatı tesbit ettiğimizi ve Devlet kurumlarında yapılacak pek çok düzenleme olduğunu, hükümetin ve kamuoyunun önerilecek bu tasarruflar sonucu alınacak tedbirlerle rahatlık duyabileceğini ifade etmek ihtiyacı hissedilmiştir.

Kamuoyu devletteki "Çete" irtibatlarına konsantre olmuşken bu konuya da kısaca temas etmekte fayda vardır.

Çetelerin sadece silahlı ve insan öldüren görünümü tartışılmakta başta uyuşturucu ticareti yapan gruplar gündeme gelmektedir. Bu kanunsuz yapı, Devletin kolayca baş edeceği, dünyanın her tarafında müşahade edilen, ortaya çıkan ve her ciddi Devlette hele de toplumsal reaksiyon doğmuşken tasfiyesi mümkün bir görüntüdür. Oysa ülkemizde çete konusu iki ayrı gelişme göstermiştir; birincisi Ömer Lütfü Topal organizasyonunun uluslararası ölçekte ve değerde "mafya"laşma süreci, ikincisi silahlı faaliyetlerin ve zor kullanmanın dışında kalan eğitimli, saygın kişilerden oluşan, kravatlılar grubu olarak tariflenebilecek gruplaşmalardır.

Ömer Lütfi Topal, yüzlerce milyar liralık gelir elde etme imkanına kavuşarak belli bir dönemde devlete sızma ve rüşvet vererek iş yaptırma seviyesinden, kamu görevlilerine artık emir verme seviyesine yükselirken öldürülmüştür. Böylece Cumhuriyet tarihinin; polisten, jandarmadan, yargıdan korkmayan ilk Amerikan tipi mafyalaşma süreci yarım kalmıştır. Bu seviyeye ulaşan bir başka grup da yoktur.

Üstelik "Bitirimhane işleticisi Fındıkzadeli Ömer" bir süre sonra kumarhanelerini tasfiye edip, yatırımlar yapmaya başlayan, fabrikalar satın alan ve hatta fabrikalar kuran Ömer Bey olma tercihini net olarak ortaya koymuşken, projelerini tahakkuk ettirme fırsatını bulamamıştır. Yine de etrafındaki hale, koruyucu bulundurmasını, 3 - 5 arabayla birlikte sokağa çıkmasını ve kendini korumak için tedbir almasını gereksiz kılacak kadar geniş ve etkiliydi. Adamlarının habersizce aldığı tedbiri de farkettiği anda çok şiddetli reaksiyon göstermiştir.

Bu tercih öldürülmesine yol açmamıştır. Kendisini öldüren sistem zaten hertürlü tedbiri geçersiz kılacak kadar güçlüydü.

Konumuz açısından üzerinde durulan ikinci ve birincisinden çok daha etkili çete faaliyeti, bizatihi devlet gücünün ve yetkisinin bu amaçla kullanımı ve organize oluşudur.

Örnek olarak Bankalar verilecektir.

Başbakanlık Teftiş Kurulu 3 kamu bankasında bir değerlendirme yapmış ve ortaya ürkütücü bir tablo çıkmıştır. Milyonlarca doların ve milyarlarca TL'nin bu bankalara dönüşü mümkün görülmemektedir. Uzun vadeli teminat mektuplarının nakde dönüşeceği muhakkaktır. Bankalar kendi kârlılıklarını azaltma pahasına belli kişi ve firmaları finanse etmiştir. Leasing ve off shore kredileri tam bir bataklıktır. İnşaatlar aşırı derecede pahalıdır. İlerideki bölümlerde bu anlamda oluşan siyaset - bürokrat ağırlıklı grup faaliyetlerine isimlendirilerek yer verilecektir.

Belirtmek gerekir ki buradaki saygın isimler Bankalar Kanunu'na mugayir işler ve işlemler yapmamışlar, DGM'lerin görev alanı kapsamında faaliyet göstermişlerdir. Bankalarda cereyan eden olayların parasal boyutu, kamuoyunun "Susurluk" olarak algıladığı olaylar toplamını aşacaktır. Ve banka olaylarını genel kirlenmenin sebebi veya sonucu değil hızlandırıcısı olarak kabullenmede isabetsizlik olmayacağına inanılmaktadır. Çünkü kirliliğin hedefi para ve paranın sağlayacağı güçtür.

Susurluk olayının çerçevesinin bu olduğu hususunda da ittifak vardır.

Bu bölümde yer alması gereken son bir husus da çalışmayı yürüten Başbakanlık Teftiş Kurulu hakkındadır. Çalışma safahatinin hemen hemen tamamı Başkanlığın tercihleri doğrultusunda cereyan etmiştir. Muhteva da bu çerçevede belirlenmiştir. Zaman zaman kurulun tüm müfettişleri ve yardımcıları dahi devreye girmişlerdir. Özellikle Başkan Yardımcısı Osman Nuri Oduncu mevcut yükün büyük bölümünü taşımış, Başmüfettişler Mehmet Akın ve Ayşegül Genç aylar boyu çalışmışlardır. Yine de tayin edici karar ve tercihler başkanlıkça yapıldığı için hata ve eksikliklerin tamamı başkanlığa ait olacaktır.

Ancak, bu çalışmanın temel iddiası; bilerek isteyerek ve hatalı olduğu aşikâr hiçbir tercihin yapılmadığı noktasındadır.

Adı geçen müfettişler çalışmanın her safhasında sıkıntılı ve güç incelemeleri yürütmüşler, derleme ve değerlendirmeleri üstlenmişlerdir.

SUSURLUK'LA İLGİLİ GELİŞMELER
Giriş bölümünde arz ve izah edildiği üzere Susurluk Olayı bir bütündür ve olaylar zincirinden ibarettir.

İstanbul'da Özgür Gündem Gazetesi'nin bombalanması, Behçet Cantürk'ün öldürülmesi, Diyarbakır'da yazar Musa Anter'in öldürülmesi; İstanbul'da Tarık Ümit olayı ile Azerbaycan'da ihtilâl denemesi; Bodrum'da Hikmet Babataş cinayeti, Gaziantep'te Mehmet Ali Yaprak'ın kaçırılması, Bankaların trilyonluk kredileri gerçekte Ankara'da cereyan eden olayın muhtelif veçheleridir.

Halen Milletvekili Sn. Hayri Kozakçıoğlu'nun "Ben Olağanüstü Hal Bölge Valisi iken Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım'ı bölge sınırları dışına çıkarmıştım" dediği olay her ne ise, bizim de Susurluk olayından anladığımız aynı şeydir. Sn. Kozakçıoğlu işaret etmektedir ki Yeşil adlı kişi Olağanüstü Hal Valilik çalışmaları için yararlı değil zararlıdır. Ama yanı kişi Jandarma için, MİT için zararlı değil yararlı bir kişidir. Hatta o kadar yararlıdır ki, Kocaeli Emniyet Müdürü, Hadi Özcan isimli çete reisinin teslim olması için Yeşil'in aracılığına başvurmaktadır.

Bu kişi o kadar yararlıdır ki polis tarafından yanlışlıkla (veya MİT'e gözdağı vermek için) karakola götürülüp sorgulandıktan sonra -gelip adamınızı alın-denmekte ve serbest bırakılmakta, MİT'te kırılan kaburga kemiklerini tedavi ettirmektedir.

Susurluk Olayı nedir? Kasım 1996'dan itibaren faili meçhul olaylar adeta bıçakla kesilir gibi durmuştur. Susurluk işte budur.

Bir üst görevli Eylül 1997'de; "...yurtdışından geldi ve başımıza bela oldu. Ortadan kaldırılması gerekiyor ama ortam müsait değil" diyordu. Susurluk olayı bu değilse hangisidir?

Susurluk olayının başlangıcı belki de zamanın Başbakanı Çiller'in bir cümlesinde gizlidir. "PKK'ya yardım eden işadamlarının listesi elimizde" diyordu. Sonra da infazlar başladı. İnfazların kararını kim veriyordu? Bozulmanın başlaması ve vatan - millet hesaplarının yerini kişisel hesapların alması kaçınılmazdı ve öyle oldu. Bu rapor, Susurluk olayını işte böyle algılamaktadır.

Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da zemin çok daha kaygandı. İtirafçılar, korucular, aşiret reisleri zaten karmaşık bir yapı oluşturuyorlardı. PKK'lı teröristle sade vatandaşı ayırdedecek açık bir ölçü bulmanın güçlüğü ilave edilince, o bölgede vatanı için canını riske sokan polis - asker gençlerimizin yaşadığı zorluğu anlamak kolaylaşacaktır.

Ancak kişisel hesapların gündeme gelişi ve uygulanışı çok sonralarıdır.

Bölgede yıllardır devam eden mücadele ve PKK saldırıları batı bölgelerinde dahi genişleyen bir tepki yaratırken, olağanüstü hal bölgesinde yaşayanların ve PKK ile mücadele eden devlet güçlerinin tepkisini, öfkesini ve bazı şedit davranışlarını anlamak ve mazur görmek mümkündür. Hatta zaruridir. Ancak bu olağan fakat karmaşık görünüm içinde yer alan kurumları ve bu karmaşık yapıda gelişen bazı olayları detaye etmek gereklidir. Böylece ülkenin PKK ile mücadelesinden, Ankara'ya - İstanbul'a ve parasal ilişkilere uzanan bir güzergâhı görmek mümkün olacaktır.



<!--[if !supportEmptyParas]--> <!--[endif]-->

EMNİYET GENEL MÜDÜRLÜĞÜ
PKK ile mücadele 80'li yıllar boyunca Silahlı Kuvvetler'e terkedilmişti. Siyasi tartışmalarda bile, hükümetlerin terör konusunda bir tedbiri olmadığı bu konuyu askerlere tevdi ve terk ettiği tenkit olarak söylenegelmiştir. Ardından ve 1991 sonlarında iktidar değişince terörle mücadelede esasa müteallik bir değişimin gündeme geldiği söylenemez. Asgaride uygulamalarda ve görünümde önemli bir fark ortaya çıkmamıştır. Zaten 1992 yılının hakim faaliyetleri; devlette kadro değişiklikleri, Cumhurbaşkanı ile tartışmalar ve özellikle de Koskotas dosyalarıydı. Gazetelerin ve basının en önemli haberleri ve hükümetin dikkati bu noktalardaydı. Daha sonra ve 1993 yılı köklü değişiklikleri gündeme getirdi ve terörle mücadelede şahinler devri başladı.

Başbakan terörle mücadeleyi, ön plandaki faaliyeti olarak takdim etti. Emniyet Genel Müdürlüğü'ne Mehmet Ağar geldi ve ciddi bir tercih yapıldı; polis terörle mücadelede daha aktif olacak bir konuma getirildi ve Özel Harekât Timleri ön plana çıktı.

Özel Harekât Timlerinin lehinde - aleyhinde çok şey söylenmiştir. Ancak emniyetin dosyalarındaki rutin yazışmalara eğilince çok önemli bir görüntü öncelikle tesbit edilmektedir. İl Valileri özel güvenlik gerektiren her önemli olayda Özel Harekât Timleri'nin görevi devralmasını, asgaride görevde olmasını talep etmektedirler. Hatta bir çok Vali, tayinler sebebiyle eksilen kadroların süratle doldurulmasını talep eden çok sayıda yazıyı imzalamışlardır.

Özel Harekât önceleri merkezde Şube Müdürlüğü, Ankara - İstanbul - İzmir illerinde Bölge Grup Amirliği olarak teşkilatlanmıştı.

Genel Müdürlükte Asayiş Daire Başkanlığı'ndaki Şube Müdürlüğü daha sonra Terörle Mücadele ve Harekat Dairesi Başkanlığı bünyesinde yer almış 26.7.1993 tarihli olup ancak Resmi Gazete'de yayımlanmayan Bakanlar Kurulu Kararı ile Özel Harekat Daire Başkanlığı kurulmuştur.

Hatta 12.08.1993 tarihinde yayınlanan Kanun Hükmünde Kararname ile kanunda değişiklik yapılarak Özel Harekat Polis Okulu açılmasına ve özel personel yetiştirilmesine imkan hazırlanmıştır.

Dairenin çalışmalarını düzenleyen Yönetmelik "Çok Gizli" işaretini taşımaktadır. Bu yönetmeliğe göre daire doğrudan Genel Müdüre bağlanmıştır.

Özel Harekât Dairesi "Devletin ekonomik, sosyal, siyasi ve hukuki temel Anayasal düzenin yıkılmasına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmaya ve cumhuriyetin temel niteliklerini değiştirmeye yönelik baskı, cebir, şiddet, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerini kullanan terör örgütlerini meskun veya kırsal kesimde etkisiz hale getirmek, rehin aldıkları kişi, uçak, araç ve yerleri kurtarmak için ani müdahale, pusu, keşif, baskın ve operasyon yapmak üzere" kurulmuştur. Kursu tamamlayıp Özel Harekat birimlerine atanmış personel, atamaya yetkili amirin onayı olmaksızın branşı dışında bir hizmette çalıştırılamamaktadır.

Özel Harekât Timleri ise en az 20 Özel Harekât personelinden oluşmakta, sorumluluk bölgeleri ise "illerin polis mıntıkaları ve polis bölgesi dışındaki kırsal alanlardır." Ancak polis sorumluluk bölgeleri dışında askeri birimlerin talebi ve askeri makamların sorumluluğunda görev yapmaktadırlar.

Mevcut evrakların tetkiki ve yazışmalar Özel Harekât Dairesi'nin ayrıcalıklı durumu ve konumunu açıkça ortaya koymaktadır.

Belli başlı problemlere ise Dairenin 30.06.1997 tarihli brifing dosyasında da yer verilmiştir.

Yetiştirilen toplam personel sayısı 8443 kişidir. 2043 kişi çeşitli sebeplerle ayrılmıştır.

TİM'lerin çalışma, dinlenme, yıllık izin şartları genelde çok ağır ve zahmetli uygulamaları gerektirir. Bu sebeple de tazminatlar ödenmektedir. (1) Özel Harekat personelinin dağılımında kısa sürede ciddi problemler ortaya çıkmıştır. Süresini tamamlayan personelin atanması sonucu 1998 yılında Türkiye genelinde ve bölge dışında 5000 personel birikecek oysa Olağanüstü Hal Bölgesi'nde sadece 1600 personel kalacaktır. Personel tercihleri dikkate alındığında ise Batı'da beş ilde talepler yoğunlaşmaktadır.

İşte bu durum Özel Harekât Dairesi'nin kısa bir dönemde beklenen fonksiyonunun dışına çıktığını ortaya sermektedir.

Brifing raporunda açıkça "İllerdeki bu dengesiz dağılımdan dolayı birimimizin asıl görev yoğunluğunun bulunduğu Doğu ve Güneydoğu illerimizde büyük bir boşluğa sebep olacağı gibi Batı illerimizde de personel sayısı kabarık sorunlu şubeler yaratacağı gerçektir. Bundan da anlaşılacağı gibi yeni kurslar açarak, Doğu'daki ihtiyacı mümkün oluyor gibi görünse de Batı illerinde yığılmanın önüne geçmek mümkün olmayacaktır. Kaldı ki, yeni kursların da getirmiş olduğu maddi külfet oldukça yüksektir."

Bu gerçekçi tesbit Özel Harekât Dairesi'nin genel ve çözümlenemeyen problem yönünü açıklamaktadır. Ancak bu personel probleminin beraberinde getirdiği ve birçok ilgilinin "Güneydoğu Sendromu" ifadesiyle tariflediği daha derin ve köklü bir başka problem vardır; Güneydoğu'da silah elde, teröristlerle çarpışan, teröre yardım ve yataklık eden kişileri dağda, köyde ve mezrada takip eden Özel Harekâtçı Polis, Batı'ya geldiğinde yine aynı insanları görmektedir. Hatta arama yaptığı ücra köyden göç etmiş insanların yeni taşındığı evin bir alt sokağında ve yine "bir grup halinde" ikamet ettiklerini görünce kendisi ve ailesi için "tedbir" almak zaruretini hissetmektedir.

Bir süre sonra Özel Harekât Tim'leri ama bu defa savunma saikiyle oluşturulmaktadır.

Burada kritik bir başka husus vardır; Emniyet Müdürleri atandıkları illere kendi ekipleri ile, seçtiği yardımcılar ve "Tim"lerle gitmektedirler. Böylece Güneydoğu'daki "Tim" Batıda bir ilde de oluşmakta eski dayanışma ve "ilişkiler" aynen sürdürülmektedir.

İlişkilerinin sürdürülmesinde iki önemli unsur vardır; Birincisi korunma ve güvenlik, ikincisi Olağanüstü Hal Bölgesi'nin yagyın ve tabii hale gelen kaçınılmazlığa bürünmüş işleri.

Açıkça ifade ve itiraf etmek gerekir; yakalanan veya ölü ele geçen PKK'lıların üzerinde silah, mermi, teçhizat, patlayıcı, telsiz hatta barınaklarda çuvallarla yiyecek, giyecek bulunmakta fakat asla para, döviz ele geçmemektedir. Hiç değilse yakalanan ve kod adı bile teşhis edilen bölge ve tim sorumlularında dahi acil ihtiyaçlar için para-döviz bulunamamaktadır.

Bölgede görev yapmış görevliler haklı olarak PKK'lı teröristin canı da malı da Devlete helaldir görüşündedirler.

Ancak daha sonra Batı illerinde, doğudan göç etmiş ve polis asayiş görevlilerince "rahat durmadıkları" belirtilen Kürt grupları Özel Tim'in hedefi haline gelmektedirler. Gerçekten çarşı - pazarı, yeraltı dünyasının çeşitli faaliyetlerini zorla ele geçiren Kürt gruplarını kontrol altına almak ve illegal kazançlarına ortak olmak "helal bir iş"i teşkil etmektedir.

Özellikle Doğu'daki korucu ve itirafçı grupları gelecekleri belirsiz olduğu için yaygın bir çeteleşme sürecindedirler. Bu işlerse Yeşil'in "Akıllı olun. Yalnız başınıza yemeyin. Paylaşın. Aksi halde size bu kazancı yedirmezler. Kustururlar" anlayışı doğrultusunda paylaşmayı gerekli kılmaktadır.

Böyle bir çeteleşme süreci daha Doğu ve Güneydoğu illeriyle sınırlı kalamazdı. Ve kalmadı. Büyük illere doğru genişlemeler oldu ve müesseseleri-devleti tahribeden-çürüten bir veçheye büründü. (2) Aylar süren görüşmelerimizin verdiği bir sonucu Sayın Başbakan'a arz etmek gerekir. Bu kirlilik içinde yeralan gruplar, mantıklı -ama isbata ilişkin bir belge olmaksızın- bir sıralamaya tabi tutulabilir.

Birkaç yüz kişiden ibaret olmalarına rağmen itirafçılar yaptıkları itibarıyla bir numaradırlar.

Korucular çok kalabalık ve sayıca çok fazla illegal faaliyetin sahibi olmalarına karşılık oransal olarak ikinci sırayı almaktadırlar.

Üçüncü sırada polis daha sonra da jandarma yer almaktadır.

Burada hassas bir noktaya temas etmek gerekir. MİT'te Sayın Başbakan'ın başkanlığında yapılan toplantıda da açıkça izah edildiği üzere; görüştüğümüz resmi-sivil hiçbir görevli, sivil ve şahsımıza itimadını teyit eden hiçbir kişi. Genelkurmay'a bağlı -Jandarma dışındaki- birliklerin ve kumanda kademelerinin bu eylemlerin içinde yeraldığına dair herhangi bir iddiayı gündeme getirmemişlerdir.

-¯¯

Özel Eğitim görmüş Özel Harekâtçılar bölgeden ayrıldıktan sonra bazıları Güneydoğu şartlarını Batı'ya taşırken, silahlı kuvvetlerin özel eğitim görmüş komandoları terhisten sonra evine - köyüne - işine dönmüştür. Güneydoğu sendromunun, disiplinin hakim olduğu askeri ve düzenli birliklerin ortaya çıkmadığı görülmektedir.

Bu bölümdeki konumuz ise, kısaca Emniyet Teşkilatı'dır. Ancak bazı konuları detaye etmeden bir genel açıklamaya ihtiyaç duyulmaktadır.

Polis teşkilatımız 150 bin kişidir. Çok iyi yetişmiş uzmanların yanında, fedakarca çalışan ve her an hayatı dahil mesleğini ve geleceğini risk eden onbinlerce kişiyi suçlamak ve töhmet altında bırakmak elbette düşünülemez. Ancak polis teşkilatında Susurluk olayı bağlantısı yoktur demekte realist bir tavır olamaz. Buradaki ince çizgi, çalışmamızın tüm safhalarında dikkatle göz önünde tutulmuştur.

¯¯

Başbakan değişikliğinden sonra 1993 yılının ikinci yarısında polis ve istihbarat sisteminde köklü ve kamuoyunun yakın ilgisini çeken değişiklikler olmuştur. Daha sonraki dönemde değişikliğin köklü ve derin etkileri olan bir mahiyet kazandığı ortaya çıkmıştır.

Emniyet Genel Müdürlüğü'ne parlak ve atak bir isim sahibi getirilmiştir; Mehmet Ağar. MİT Müsteşarı'nın değiştirilmesi gündeme gelmiş ancak bu operasyon yapılamamış. Mehmet Eymür'ün geri dönmesi pekçok kişiyi hayrete düşürmüştür. Çünkü Mehmet Eymür de adaşı gibi parlak ve atak bir kişiliktir. Ancak her ikisinin arası kapatılamayacak kadar derinden açıktır ve yıllar geçince anlaşmazlığın derinliği iyice ortaya çıkmıştır.

Bu arada Başbakanlığın ilgi çekici tasarrufları devam etmiştir. MİT eski başkanlarından Nuri Gündeş, Başbakan İstihbarat Başmüşavirliği'ne getirilmiştir ki Nuri Gündeş'le Mehmet Eymür'ün arasında dostane olmayan bir geçmiş vardır. (3) Mehmet Ağar ise Eymür'ün yakın dostu E.Yarbay Korkut Eken'i yanına müşavir ve Özel Harekât Timlerinin eğiticisi olarak görevlendirmiştir. (K.Eken'in EMniyet'ten önceki geçici görev yeri Başbakanlık idi.) Böylece Başbakan'ın etrafında yepyeni ve etkili, parlak isimlerden müteşekkil bir çerçeve oluşmuştur.

MİT Müsteşarı Sönmez Köksal'ın MİT'te gençleştirme projesi bu çevre tarafından engellenmiştir. Özellikle Nuri Gündeş Başbakanın eşi ile yakın ilişkisi sayesinde etkili olmuştur. Mehmet Eymür'ün aynı kanalı kullandığı ise yaygın bir bilgidir. (4)

İbrahim Şahin'in Özel Harekât Daire Başkanlığı'na getirilmesi sonucu Korkut Eken'in bu dairedeki nüfuzu olağanüstü artmıştır. İbrahim Şahin'in bölümüne verdiği talimat, "Korkut Eken'in isteklerinin kendi talimatı olarak uygulanması" tarzındadır. Daha da önemlisi Korkut Eken'in Genel Müdür Müşaviri olarak çalışacağı tüm teşkilâta ve İl Müdürlüklerine de duyurulmuştur.

Bu dönemde Özel Harekât Dairesi güçlenmiş, sayıca artmış, Doğu ve Güneydoğu'da Özel Timlerin başarısı ve etkinliği en yüksek noktaya ulaşmıştır.

Genel Müdür Mehmet Ağar, Başbakan'ın sağladığı destek ve emrindeki Teşkilâtla gerçekten etkili -zaman zaman bürokrasitden bildiğimiz örnekleri gibi- bir güce ulaşmıştır. Polis teşkilâtının ülke genelindeki yaygın fonksiyonu, bu gücü olağanüstü boyutlara taşımıştır.

Polis teşkilâtına sağlanan imkânlar da artmıştır. Ama en önemlisi, Başbakan'ın destek ve güvenidir.

Polis Teşkilâtı bu görünüm içinde önemli bir projeyi ele almıştır. PKK lideri Abdullah Öcalan'ın yakalanması veya öldürülmesi. Böyle bir projenin gerçekleşmesi, hem teşkilâtın prestijini artıracak hem de siyaseten çok fazla prim yapacaktır. (Bu arada Tarık Ümit de İngiltere, Belçika ve Hollanda'da Dursun Karataş'ın izini sürmeye başlamıştır. Uyuşturucu taciri ve Hayali ihracatçı Nurettin Güven de aynı ekiptedir.)

Bu amaçla "örtülü ödenek"ten fon da ayrılmıştır. MİT kendi kaynaklarından 12.5 milyon doları defaten Emniyet Genel Müdürlüğü'ne nakit olarak tevdi etmiştir. (Bu ödeme, ancak Başbakan'ın talimatıyla olabileceği için niçin verildiği veya nasıl verildiği konusu detaye edilmemiştir.) Bu miktar daha sonra ve yine örtülü ödenek imkânlarıyla artırılmıştır. iddialar 70 milyon dolarlık bir fon oluşturulduğu şeklindeyse de Başkanlığımız bu meblağın 40 - 50 milyon dolar civarında olacağı kanaatindedir. Bu kanaat ilgililere yapılan görüşmeler ve elde edilen diğer bilgiler sonucu edinilmiştir.

Silah taciri Ertaç Tinar'ın İsviçre'de mukim Genel Müdürü Max Bretscher'in anlatımıyla "Ertaç Tinar 70 milyon dolar civarında bir fondan bahsediyor ve bununla Türk Hükümeti'nin temin edemediği silah ve araçların satın alınacağını anlatıyor" olsa dahi 70 milyon doların tamamının yurtdışına çıkmadığı hemen hemen kesin gibidir.

Ertaç Tinar, Londra'da yerleşik Hospro firmasının sahibi ve yöneticisidir. Hospro 100 poundluk sermayeye sahip bir tabela şirketidir. Uzun yıllar sağlık sektöründe faaliyet göstermiştir. Türk hastanelerine, İstanbul Üniversitesi sağlık kurumlarına milyarlarca liralık teçhizat satmıştır. Edinilen kanaat satın alınan bu cihazlarla hastanelerin özellikle de kalp ve damar cerrahi ünitelerinin ciddi şekilde suistimal edildiği şeklindedir.

Ertaç Tinar 1994 yılına kadar, Kıbrıs pasaportu ile ve yabancı sermayeli bir şirketin Türkiye temsilcisi yabancı personel statüsünde faaliyette bulunmuştur. Yabancı Sermaye Dairesi -ne hikmetse- Geyve doğumlu bir Türk, Kıbrıs pasaportu ibraz edince kendisine yabancı personel için düşünülmüş çalışma iznini vermekte mahzur görmemektedir. Yabancı Sermaye Dairesi'nin çalışma izni de Emniyet Genel Müdürlüğü'nde adeta otomatik bir şekilde ikamet iznine dönüşmektedir.(5) Neticede Türk vatandaşı Ertaç Tinar, ülkemizde çalışan yabancı personel statüsüne dahil edilmiştir.

Ertaç Tinar 1994 yılında hatta 1993 yılı sonlarında Emniyet Genel Müdürlüğü'ne müracaat ederek silah hibe etmek istediğini belirtmiş ve bu talep uygun görülmüştür. Bu arada birkaç ihaleye de katılmıştır. Kazandığı ihalelerde klasik müfettiş gözüyle problem olmadığı ifade edilemezse de bu konu Başkanlığımızca irdelenmemiştir. Sadece Emniyet Genel Müdürlüğü'nü, Olağanüstü Hal Bölge Valiliği'nin kurulması safhasını ilgilendiren KHK maddelerine dayanarak ihalelerde klasik ihale metodlarının dışına çıkma, uygulamalarına son verilmesi gereğine işaret edilecektir.

Ertaç Tinar'ın hibe talebi Genel Müdürlükçe uygun görülmüş silah ve teçhizat kolileri 1994 yılından itibaren ülkeye gelmeye başlamıştır. (Ertaç Tinar bu arada şahsi dostu Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Ertuğrul Oğan'ın tavassutuyla ve hemen hemen bir günde Türk pasaportu da almış ve daha sonra Kırmızı Pasaport taşımak üzere Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin Cenevre Fahri Temsilcisi olmaya talip olmuştur.)

Emniyet Genel Müdürlüğü kayıtlarına göre; Hospro 82 milyar liralık 154 kalem malzemeyi hibe etmiş, sadece 10 Baretta ve susturucusu kaybolmuştur. Ertaç Tinar'ın iş arkadaşı Max Bretscher'e göre Tinar "bir yıl içinde Divonne'daki evini ödedi. Versoix'deki apartmanını aldı. 1.7 milyona yeni bir ev, bir 600 Mercedes, bir Crysler Voyager ve karısına bir Mercedes 320 satın almıştı. Hepsini bir yıl içinde ve bu 70 milyon dolardan aldı."

HİBE TEÇHİZAT VE SİLAHLAR
Bu konunun iki büyük özelliği vardır;
1. Parası ödenerek alınan silah; mühimmat ve teçhizat,
2. İsrail'le -Mossad'la- kurulan ilişkiler.
Her iki konunun çözümü de Hospro firması Ertaç Tinar tarafından geliştirilmiştir.

Hospro İsrail'den satın aldığı silahları hibe olarak Türkiye'ye sevketmiş ve Emniyet kayıtlarına hibe adı altında geçmiştir. Bu konu üzerinde teferruatıyla durmak ihtiyacı vardır.

Hospro firması İngiltere'de kurulmuş bir limited şirkettir.

Şirketin sahibi veya ortağı olarak görünen Ertaç Tinar, Geyve doğumlu bir Türk vatandaşıdır. Kendisi bilahare KKTC tabiiyetine girmiştir. Türkiye'de Hospro firmasının temsilcisi olarak Yabancı Sermaye Dairesi'nden izin alarak çalışmaya başlamıştır.

Ertaç Tinar, 1993 yılına kadar sağlık alanında faaliyet göstermiş, Sağlık Bakanlığı'na çeşitli tıbbi araçlar satmıştır.

Tinar, İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Dr.Bülent Berkarda ile METSAN adıyla bir şirkette ortaklık kurmuş ve muhtemelen yine tıbbi cihaz satışında yer ve rol almıştır.

Adıgeçen, daha sonra KKTC'nin Cenevre Fahri Konsolosluğu'na talip olduğunda referans olarak Adalet Bakanı Sn. Mehmet Ağar'ı göstermiştir.

Hospro, İngiltere'de kurulu bir tabela şirketidir. Sermayesi 100 pound'dur. Yıllardan beri de bu sermaye yapısı değişmemiş hisseler yarı yarıya Direktör Ertaç Tinar ve sekreter Nurdan Bergeman -bilahare Tinar- arasında bölüşülmüştür.

İngiliz şirketler dairesi Company House'dan detaylı bilgi alınmış, 150 sayfayı bulan dökümanlar, teşkil edilen bir uzmanlar grubunca tercüme edilmiş ve ticari, mali yaypısı ve faaliyetleri itibarıyla değerlendirilmiştir.

Uzmanlar grubu, şirketin "100 pound gibi komik bir sermaye ile kurulduğunu, bugüne kadar sermayesinde herhangi bir artırım yapılmamış olmasını, şirket adreslerinin sık sık değişmesini, hisse dağılımının bir idareci ve bir sekreter arasında bölüşülmesini, bilançolarında yaptıkları faaliyetlerle ilgili hiçbir kalemin bulunmamasını, bilançoda sürekli ve artan oranda zararın yeralmasını, borçların aktiflerinden daha fazla olmasını" şirketin gerçek anlamda bir şirket olamayacağını düşündürdüğünü belirterek, Company House'un dört defa şirketin kayıttan çıkarılıp feshedileceği ihbarında bulunduğunu, sonradan (ve muhtemelen yapılan itirazlar üzerine) sarfınazar edildiğini, denetim firmasının adresi de aynı olduğundan usuli bir denetim yapılmakta olduğunun ortaya çıktığını, belirtmektedirler.

Şirket 1991 tarihli beyanında, tıbbi cihaz ve ekipmanlarla ilgili uluslararası ticaret yaptığını açıklamaktadır. Ancak ticari faaliyetler, binlerce pound olarak değil yüzlü rakkamlarla bilançoda yeralmaktadır.

Yine 1991 tarihinde şirket Türkiye'de şube açmak amacıyla 70 milyon liralık bir tutarı uzun vadeli sermayeye aktarmıştır. Ve İstanbul'da 70 milyon TL. ile şirket tesis edilmiştir.

Muhtelif yıllara ait bilançolarda şirket faaliyetlerine ilişkin bir kaleme rastlanmamaktadır. 31 Aralık 1995 tarihli beyannamede kâr - zarar hesabında 7046 pound görünmekte, 1 yıl vadeli alacakları ise 135.446 pound olarak yeralmaktadır.

Sağlık Bakanlığı'ndan edinilen bilgilere göre Hospro'nun Sağlık Sektörü ile ilişkisi 1978 yıllarına kadar gitmektedir. Dr.Mürşit Koryak Astım Hastanesi 1978 - 1983 döneminde bu firmadan müteaddit kere tıbbi cihaz almıştır. Daha sonra bu hastane Koşuyolu Kalp Damar Cerrahi Merkezi olunca ilişkiler, Dr.Koryak'ın başhekim olduğu sürece devam etmiştir.

Üniversite Hastaneleri de Hospro ile ilişki kurmuş, Akdeniz Üniversitesi firmadan Akciğer Pompası satın almıştır. Daha sonraları firma İngiltere'ye hasta götürmeye başlamıştır.

Siyami Ersek Kalp Damar Cerrahi Merkezi 1988-1992 yıllarında Hospro'ya çeşitli ihaleler vermiştir.

Sağlık Bakanlığı'nın tüm ihaleleri araştırılmamış sadece merkezde Ankara'da mevcut kayıtlar bir hekim tarafından incelenmiştir.

Önemli olan husus şudur; sağlık sektöründe faaliyette olan Hospro 1992 yılını takiben bu sektörde görünmemektedir. Bu tarihten sonra firma ve Eratç Tinar Emniyet Genel Müdürlüğü kayıtlarında ortaya çıkmaktadır.

Özel Harekât Daire Başkanı İbrahim Şahin 23.2.1994 tarihinde "çok acele" kaydıyla bazı malzemelere ihtiyaç duyduğunu belirtmiş, 285 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 3. maddesindeki muafiyetlerden yararlanarak ve pazarlık usulüyle Hospro firmasından alımı için Genel Müdür Mehmet Ağar 27.2.1994 tarihinde onay vermiştir. İlgili Daire yetkilileri Hospro'yu ve Ertaç Tinar'ı tanımadıklarını isimlerin "makam"dan verildiğini söylemişlerdir.

Olağanüsüt Hal Bölge Valiliği'nin kurulması hakkındaki 285 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin 3. maddesi, Valilik teşkilâtının kurulmasını ve kamu kurumlarının bu konudaki talepleri yerine getirmesini düzenlemektedir. Bu maddenin Emniyet Genel Müdürlüğü'ne her türlü dış alımı tek firmadan, pazarlık yoluyla ve uygun görecekleri fiyattan satın almalarına imkan verdiği söylenemez.

Ayrıca Hospro Limited'in nasıl ve nereden bulunduğu da belli değildir.

Ertesi günü 28.2.1994'te toplanan ihale komisyonu 1.040.850 dolar olarak yapılmış teklifi yüzde 3 indirimle 1.009.000 dolar olarak hadde layık bulmuş ve satınalınmasına karar verilmiştir. Karar Mart 1994'te Genel Müdür Mehmet Ağar tarafından onaylanmış firma İsrail menşeili teçhizatı temin etmiş, Merkez Bankası 18.06.1994'de ithalat bedeli olan 1.009.000 doları toplam 32.5 milyar TL. karşılığı olarak transfer etmiştir.

Bu satın almanın bu kadar süratle yürümesi takdire şayansa da aynı hız diğer konularda görülememektedir.

Yine aynı tarihte yapılan bir talep, yukarıdaki seyri takibederek 28.2.1994'te bu defa 1.211.214 dolarlık bir başka alıma konu olmuştur. Bir diğer alım ise 203 bin dolarlıktır. Her üç alım Hospro firmasından yapılmış ve standart yüzde 3 indirime tabi olmuştur.

İhale Komisyonu kararları da 150, 151 ve 152 olarak birbirini takibetmiş Genel Müdür Mehmet Ağar her üç kararı aynı tarihte imzalamıştır.

Burada dikkati çeken temel husus, Hospro firmasının aniden devreye girişidir. Bir tabelâ şirketinin Türk Emniyet Teşkilâtına milyarlarca liralık silah ve teçhizatı hibe etmesi de ilgi çekicidir.

Eğer hibe, İsrail Devleti tarafından yapılıyor ise bu sistemin devletin diğer kuruluşlarınca oluşturulması gerekirdi. Eğer hibe olarak gösterilen işlem, gerçekte bir satın almaysa hiçbir gerekçe bu durumu izah edemez. Emniyet teşkilâtında gelişigüzel işlemleri, terörle mücadele veya vatan için döğüşmekle de izah etmek mümkün olamaz. Kaldı ki süratli alım yapmanın bir çok yolu yukarıda açıklandığı üzere vardır ve süratle hareket etmek mümkündür.

Silahlarla ilgili sorunlar bitmemiştir. Ülkeye gelen silâh ve malzeme miktarı belli değildir. Özel Harekât Dairesi, naklettiği silahların kaydını tutmadığı gibi, Bakım-İkmal Dairesi'nden kolilerin "orijinal ambalajları açılmadan" kendilerine teslim edilmesini istemiş aradan aylar geçtikten sonra sayım yapılmış ve bize göre "istedikleri şekilde" kayıt tutulmuştur.

Yapılan soruşturmalarda ise konu; Susurluk kazasında ortaya çıkan susturuculu Baretta'ya ilişkin kamuoyu baskısı sebebiyle, 10 adet kayıp Baretta ile sınırlı tutulmuştur.

Hangi silâhların ve malzemenin geldiği de bugüne kadar aydınlatılamamıştır.

Hibe teçhizatın, temininden kayda alınmasına kadar bir seri hatalı işlem vardır. Emniyet Genel Müdürlüğü'nün o dönemde üzerinde durduğu esas konu ise Mossad'la ilişki kurmaktır. Ödemelerin, Ertaç Tinar'ın devreye girmesinin, İsrail'e yapılan ziyaretlerin esas amacı, Mossad ilişkisi ve Abdullah Öcalan'a karşı yapılacak operasyondur. Hatta hibe malzemelerin gerekçesinin de Öcalan karşılığı yapılan ve yapılacak ödemelerin kamufle edilmesi amacına dönük olduğu ifade edilmektedir. Ancak bu noktada da bir açıklık vardır. Ödemeler Ertaç Tinar'a yapılmakta hizmet İsrail'den beklenmektedir.

Bu arada Milli İstihbarat Teşkilatı'ndan alınan bilgilere göre, Ertaç Tinar halen tahsil edemediği 10 - 15 milyon doların peşindedir. Hizmet görülmediğine göre, bu ödemenin yapılmamış olmasını tabii karşılamak gerekmektedir.

Ancak burada da bir problem vardır; bir başka ülkeden Hospro'nun teminat mektubuyla elde edilen silahlar, ödeme yapılmadığı için sevkedilememiş ve teminat mektubu nakte tahvil edilmiş ve Ertaç Tinar tarafından ödenmiştir.

Değişen şartlar sebebiyle Türk tarafı ödemeyi yapmamakta, parası ödenmiş silahlar Tinar'ın elinde kalmaktadır.

Ödemelerin, İsrail'den elde edilecek destek Mossad istihbaratı için yapıldığı iddiaları da güvenilirliğini kaybetmektedir.

Buradaki önemli nokta, polisin yurtdışı önemli bir operasyonu üstlenmesindeki tercihtir. Böyle bir tercih yapıldığına, kaynak tahsis edildiğine göre hükümet yetkililerinin bu konuda bilgisi ve onayı olması gerekir. Bu tip işler için MİT'in devreden çıkarılmasındaki isabetsizliğe de işaret etmek icab eder. Kaldı ki MİT de bu yönde operasyon hazırlığı içindedir ve hazırlıklar uzun bir zaman almış, ancak Öcalan yaptığı operasyondan sağ olarak kurtulmuştur. Suriye'deki tesis havaya uçurulmuş o sırada telefonla konuşan Öcalan'ın konuşması yarım kalmışsa da 20 dakika sonra telsizle konuştuğu tesbit edilince kurtulduğu ortaya çıkmıştır.

Suriye askeri birlikleri operasyon mahallini ablukaya almış, bu operasyon Suriyeli ilgililer tarafından CIA veya Mossad'a maledilmiştir.

Gücün ve imkânların bölünmesi, öncelikle başarısızlığı tevlit etmiştir. Daha sonraları da her iki teşkilat diğerinin çabalarını küçümsemiş ve bu hal her iki teşkilatın işbirliği imkanlarını belki de yok etme noktasına kadar sınırlamıştır.

Mossad Başkanı'nın Emniyet Genel Müdürü'nü, keza CIA yetkililerinin Emniyet ziyareti bir başka olumsuzluğun sebebi olmuştur. İstihbarat teşkilatları arasında, görevin MİT'e değil Emniyet'e verildiğinin Başbakan tarafından ifade edildiğinin iddia edilmesi ise, karşılıklı çekişmenin boyutlarını büyütmüş ve görev yapılmasını sınırlayan bir unsur haline gelmiştir.

"Bu arada Askeri İstihbarat'ın da yurtdışına açıldığı bir başka iddia halinde söylenmiş, bu durum birbirini tamamlama amacının zıddı gelişmelerin ne kadar derin olduğunu ortaya koymuştur.

Bu ayırım, teçhizat ve teknik yatırım ve harcamalarda da tekrarlara yol açmıştır. Bir taraftan aşırı kaynak israfı gündeme gelmiş, öte yandan kurumlar birbirlerini geri kalmakla, beceri noksanlığıyla itham etmeye başlamışlardır.

MİT'in ifadesiyle "İcra karmaşası istihbarat alanında daha da boyutlanmakta" sorunlar polis - jandarma - MİT bağlamında şekillenmektedir.

"MİT kaynaklarına yönelik olarak günümüze dek yapılan uygulamalarda; açığa çıkarma, baskı ve tehdit ile göreve sevketme, tutuklama gibi olayların yanısıra faili meçhul cinayetlere kurban gitme de sıkça görülmektedir.

Söz konusu baskıların OHAL bölgesinde yoğunlaştığı, baskı ve öldürme olaylarının 1992 yılından itibaren tırmanışa geçtiği, 1994, 1995, 1996 yıllarında dikkati çekecek düzeyde arttığı, 1997 yılında ise trendin önemli oranda düştüğü gözlenmektedir.

1992 yılından günümüze kadar 100'ün üzerinde MİT kaynağı güvenlik birimlerince sorguya alınmış, önemli bir kısmı şiddet dahil baskıya tabi tutulmuş, 25 civarında kaynak demaske edilmiş, bunlardan 15'i bu sebeple veya faili meçhul cinayetlere kurban gitmeleri sonucu hayatlarını kaybetmiştir."

Bu cümlelerde polise yönelmiş açık bir suçlama vardır. Ayrıca işbirliğinin hangi noktalara kadar gerilemiş olduğu da ortaya çıkmaktadır.

MİT tarafından cevaplandırılması istenen sorulara karşılık görüşlerini detaye eden teşkilat, MİT - siyasetçi ilişkisinde ise önceki sayfalardaki ifadelerimizi teyid eden görüşlere yer vermektedir.

MİT'in, baskılara kendi yöntemleri ile direndiği ancak bu titizliğe rağmen istenmeyen müdahalelerin olabildiği anlatıldıktan sonra örnek olarak Mehmet Eymür, Tolga Şakir Atik, Nuri Gündeş ve Korkut Eken'in adı zikredilmektedir.

Emniyet Genel Müdürlüğü, siyasetin tercihini net olarak ortaya koyması ile MİT'in önüne geçmiştir. Teknik cihazlamada bile Emniyet ilgilileri, müstehzi bir eda ile "bizden öğrendiler" "bizden sonra başladılar" demektedirler.

MİLLİ İSTİHBARAT TEŞKİLATI
Susurluk olayında MİT'in de yeraldığı görüşü ve iddiası Teşkilât üst yönetimini ciddi olarak incitmektedir. Teşkilât mensupları da haklı bir alınganlık ve üzüntü izhar etmektedirler.

Ancak kamuoyunda bu yönde oluşan kanaatin de MİT tarafından ciddiye alınmadığı görülmektedir. Çünkü bu kanaatin oluşma sebebi yine MİT'tir.

Susurluk kazasından 15 dakika sonra TV'lerin Mehmet Özbay kimliğiyle ölen şahsın Abdullah Çatlı olduğunu açıklaması, MİT'in verdiği bir haber olarak söylenmiş, yazılmış, kulaktan kulağa fısıldanmıştır. Daha sonraki gelişmelerde MİT'in Mehmet Özbay'ın gerçek hüviyetini çok uzun süreden beri bildiği ispatlanmıştır. Hatta Temmuz 1996'da Mehmet Eymür'ün hazırladığı bir rapordan gazetecilerin not almasına izin verdiği de tespit edilmiştir.

Yine Mehmet Eymür'ün Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım'la yaptığı görüşmelerde; Çatlı'dan bahsettikleri, Çatlı'nın Baysa şirketinin yapacağı "Petrol işi" için Hadi Özcan'la görüştüğü, Kocaeli çetesi olan Hadi Özcan'ın Belediye Başkanı'nı öldürmeye karar verdiği, Emniyet Müdürü Affan Bey'in Hadi Özcan'ın artık teslim olması gerektiğini söylediğini ve karşılıklı bilgilendirme için sayısız görüşmeler yaptıkları bilinmektedir.

MİT Müsteşarı'nın bilgisine ancak Aralık 1997'de sunulan Ekim 1996 tarihli bir görüşme notunda, MİT elemanlarından Duran Fırat'ın Fatih Bucak'la yaptığı bir görüşmede, Ömer Lütfi Topal'ı polislerin öldürdüğünün iddia edildiği kayıtlıdır.

Yine Mehmet Eymür ve grubu Mehmet Ali Yaprak'ın kaçırılışında araçta parmak izi bulunan (Drej Ali grubundan) Müfit Sement'in kurtarılması için Yaprak grubuyla görüşmekte hatta Müfit Sement MİT'de Eymür'ün telefonuyla Yaprak'ın yetkili adamıyla müzakere ve pazarlık yürütmektedir. Görüşmenin detayı ülke için hüzün vericidir. Yaprak çetesinin yetkilisi, "mütecaviz ve tehditkâr bir edayla, Eymür'e söz verdiklerini polis vs'nin işi olamayacağını, kendilerinin sözlerini tutacakları, kendi bölgelerinde sadece kendilerinin hakim olduğunu" belirtir bir tarzda konuşmaktadır.

MİT yetkilileri bu rezalete katlanmakta, Yaprak'ın telefonlarını dinleyen polis ise ses çıkarmamakla bu devlet ayıbının içinde yeralmaktadır.

Yeşil'in nasıl bir kişilik olduğu; etrafına topladığı itirafçılarla haraç, gasp, haneye tecavüz, ırza tecavüz, soygun, öldürme, işkence, adam kaçırma vb. gibi çeşitli olayların faili olduğu bilinirken kamu otoritelerinin kendisiyle işbirliği yapmaya devam etmesini izah etmek güçleşmektedir.

MİT gibi saygın bir kuruluşun saygın olmayan kişileri de kullanmasını anlamak elbette mümkündür. Ancak samimiyet ve işbirliğine varan yakınlığın izahı gerekir.

MİT'in hangi yurtdışı proje veya eylem olursa olsun Yeşil'i birkaç defa kullanması kabul edilebilir nitelikte bir uygulama olamaz. Çünkü Yeşil'in Özel İstihbarat Dairesi'yle ilişkisi Teşkilata saygı, korku, boyun eğme ölçeğinde değil samimiyet noktasındadır.

OHAL Bölgesi'nde Asayiş Kolordusunun gözü önünde akla gelebilecek her türlü rezaletin yapılması ne kadar vahimse, merkezi hükümette Yeşil'in Ziraat Bankası Heykel Şubesi'nde Ahmet Demir adına açtırdığı hesabı haraç toplamak için kullanması da o kadar vahimdir.

Bu hesabın mevcudiyeti, Devlet Arşivi'ndeki bilgilerden öğrenilmiştir. Eroin kaçakçılarının dahi bu hesaba para yatırması, Yeşil'in "yalnız yememek" mantığı ile birlikte değerlendirildiğinde akla bir tek sual gelmektedir; Yeşil kimlerle ortaktı? Kimlerle paylaşıyordu?

Cevap mantıklı ve kısa olacaktır; kendisini kimler koruyor, kimler kolluyor ise...

Antalya'da Metin Güneş (Sakallı Hacı), Ankara'da Metin Atmaca, Ahmet Demir adıyla icrayı faaliyet eden Yeşil hem polisin hem MİT'in varlığını, faaliyetlerini bildiği bir kişidir. Her iki taraf Yeşil'i takibeder, telefonlarını dinlerken, karşı tarafın irtibatlarını -istemese de- tesbit etmiş olmaktadır. Devletin Güvenlik Teşkilâtları olayları, irtibatları bilmekte, TCK'na göre suç teşkil eden fiilleri tesbit etmekte ve susmaktadır. Susurluk olayı da işte budur.

Devlet sustuğu için de meydan çetelere terkedilmektedir.

Herşeyden haberdar olan MİT'e, 150 bin kişilik ve asayişten sorumlu polise rağmen, etrafına 15-20 kişi toplamış kabadayılara yaptıklarının hesabını sormak mümkün olamamıştır.

Kurumlar kendilerini inkâr ederek, sonunda bir kamyona çarpmışlardır.

JANDARMA
Doğu ve Güneydoğu Anadolu Asayiş Kolordusunun kontrolündedir. Terörün askeri mücadele yönü ilgi, bilgi ve yetki alanımız dışındadır. Ama bölgede cereyan eden olayları da jandarmadan bağımsız bir şekilde ele almanın mümkün olmadığı bir gerçektir. Susurluk olayı bir trafik kazası olmadığı, Ankara merkezli bir dizi oluşturduğu cihetle karışıklığın had safhada olduğu OHAL yöresi ve yörede bulunan görevlilerin dikkate alınmaması ciddi bir eksiklik olurdu.

Jandarma Genel Komutanlığı reddetse de JİTEM'in varlığı unutulabilir bir gerçek değildir.

JİTEM kaldırılmış, tasfiye edilmiş, personeli başka birimlerde görevlendirilmiş, evrakları arşive gönderilmiş olabilir. Ama JİTEM'de görev yapan pek çok görevli hayattadır. Ayrıca JİTEM'in mevcudiyeti bir kusur da oluşturmamaktadır. Aslında JİTEM bir ihtiyaçtan doğmuştur.

Korucular ve itirafçılar, PKK ile mücadelede ilk dönemde güvenlik kuvvetlerine büyük kolaylıklar sağlayarak etkili görev yapmışlardır. Bu durum güvenlik kuvvetlerinin sempatisini arttırmıştır.

Özel Timler'in kırsal kesimde yetkili, etkili ve serbestçe hareket edebilmeleri giderek görev dışı davranışlara yönelmelerini ve içlerinde suç işleyenleri hoşgörü ile karşılama eğilimlerini artırmıştır.

Özel timlerin sevk ve idaresini koordine etmek için Jandarma içinde JİTEM olarak adlandırılan gurubun faaliyete geçirildiği görülmüştür.

JİTEM bölgede etkili çalışmalar yapmıştır. Bunların çoğundan da mahalli Jandarma birliklerinin dahi haberi olmamıştır. Zaman içinde, JİTEM bünyesinde görev alan sivil ve askeri şahısların faaliyetleri yörede dikkati çeker hale gelmiştir. Bünyesinde çok miktarda korucu ve itirafçı bulunması sebebiyle ferdi suç oranı yükselmiştir.

Bölgeden zaman içinde ayrılan bu unsurlar, faaliyetlerine uygun ortamlarda devam etmişlerdir.

Bu gruptan iki kişi kamu oyunda olağanüstü tanınmıştır. Birisi, Binbaşı A.Cem Ersever, diğeri Mahmut Yıldırım -Yeşil-dir.

DİPNOTLAR
(1) Birçok önemli operasyonda görevlendirilen ve ödüllendirilen isimlerden sıkça rastlananlar dikkati çekmektedir. Ayhan Akça, Ayhan Çarkın, Oğuz yorulmaz, Ziya Bandırmalıoğlu, Ercan Ersoy. Bu isimler Susurluk olayları sebebiyle kamuoyunca da tanınmışlardır. Özel Harekat'a alınanların referansı ise çok kere İbrahim şahin, Ayhan Akça ve Celal Ertaş'tır.

(2) Özel Harekat timlerinin operasyonları sevk evraklarında "Bir görevin ifası" ibaresi kullanılmakta, daha sonra bir not veya açıklayıcı bir izan yapılmamakta ve "Merkeze dönüldüğü" ifadesiyle yetinilmektedir.

(3) Nuri Gündeş: Başbakan'ın 16 Ağustos 1993 tarihli ve bizzat imzaladığı yazı ile MİT "İstibharat başdanışmanlığı" kadrosuna atanması ve Başbakanlık'ta görevlendirilmesi talimatı sonucu, MİT Müsteşarlığı'nın aynı tarihli cevabı ile hem ataması yapılmış, hem de Başbakanlık'ta göreve başlanılmıştır. Bu atamadaki sürat ve yazılardaki ifade, konunun "çok özel" olduğunu ispat etse gerektir. Daha sonra Başbakanlık, 19.02.1997 tarihinde Nuri Gündeş'in durumunu sormuş, cevap 24.02.1997'de yine süratle ama rutin olarak gönderilmiş ve bu yazı Başbakanlık Personel kaydına 28.02.1997'de girebilmiştir.

(4) Dönemin Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı'nın Başbakan'la irtibat noktasının da aynı olduğuBaşbakan'a sunulacak onayları, Başbakan'ın eşine tevdi ettiği, hatta teftişteki resmi konut telefon numaralarının bile Başbakan'ın eşine ve sekreterine ait olduğu açık bir bilgidir.

(5) Yabancı Sermaye Dairesi'nin eroin kaçakçılarına, Güneydoğu illerinde Arap asıllı kimliği belirsiz kişilere de çalışma izni verdiği ilk defa 1989 tarihli bir raporumuzda tenkit konusu yapılmıştı.

CEM ERSEVER
Cem Ersever, kısaca JİTEM olarak anılan Jandarma Genel Komutanlığı'nın Güneydoğu Anadolu'daki İstihbarat biriminin kurucusu ve uzun süre yöneticisi olan bir Jandarma subayıdır. Mart 1993'te istifa etmiştir.

Ersever, Güneydoğu Anadolu'da uzun süren görevi esnasında PKK ile yapılan gerilla ve istihbarat çalışmalarının tümünde yer almıştır. Silahlı çatışmalara bizzat girmiş, tüm faaliyetleri yönetmiş, PKK'ya karşı ve yandaş olan kişi ve guruplarla iritbatlar kurmuş, bütün bunları tam yetkiyle ve Komutanlığa doğrudan bağlı olarak yürütmüştür.

Subay ve istihbarat sorumlusu olarak bölgedeki tüm faaliyetlerin ya içinde bulunmuş ya da içeriği hakkında bilgi sahibi olmuştur.

Ersever, önceleri normal bir Jandarma subayı olarak görev yapmış, sonraları çok önemli yetkilerle donatıldığı için tüm kuruluşlar ve yöredeki gayri kanuni guruplarla ilişikler geliştirmiştir. İlişkileri sınır ötesine de taşmış, IKPP lideri Barzani ve KYB lideri Talabani arasında sürekli olarak Barzani'ye yakın olmuş, ancak her ikisinin Ankara'yla ilişki kurmasında etkili rol oynamıştır.

Kerküklü olması sebebiyle Iraklı Türkmenler'le de yakın ilişkileri vardır. Irak İstihbarat Servisi ile de irtibat içinde olmuştur. Bu ilişkinin bölgede görev yaptığı 1976 yıllarından itibaren başladığını kendisi de reddetmemiş, irtibatı PKK ile mücadeleye bağlamıştır. Sık sık gittiği Kuzey Irak'ta İngiliz ve ABD istihbarat guruplarıyla da irtibatı hep düşünülmüştür.

Emekli olduktan sonra bir tepki içine girmiş, PKK ile mücadelede aksaklık, eksiklik ve yetersizlik olarak belirlediği hususlarda kamuoyu oluşturma faaliyetlerine başlamıştır. Tempo dergisi, Aydınlık, Tercüman ve Daily News gazetelerinde röportajları ve açıklamaları yayımlanmıştır.

Bu arada, IKPP'nin Ankara Temsilcisi Hayrullah Salih'ten partinin büro olarak kullandığı daireyi kiralamış (veya kullanmış) ve bir siyasi dergi çıkarma hazırlıklarına başlamış, Ahmet Aydın adıyla iki kitap yazmış, Tempo dergisindeki açıklamaları sebebiyle aleyhinde Askeri Mahkemede dava açılmıştır. Ersever bölgeye ve Kürt problemine ilişkin çeşitli görüşleri yanında Jandarma Genel Komutanlığı'nın ve Asayiş Kolordu Komutanlığı'nın atama, çalışma tarzı ve icraatlarını ayrıntılı şekilde eleştiren açıklamalarda bulunmuştur.

Ancak gelişmeler beklediği yönde olmamış, destek görmemiş, Silahlı Kuvvetler tepki göstermiş, mali yönden ve güvenlik açısından sıkıntıya girmiştir.

Cem Ersever'in öldürülmesi ise halen faili meçhul olaylar arasındadır. MİT'e göre; Hanefi Avcı "Mahmut Yıldırım'ı çağırarak gerekli yerlerde görüştüğünü söyleyerek, son dönemdeki faaliyetlerinden ötürü Cem Ersever'in ortadan kaldırılması gerektiğini bildirmiş, daha sonra Mustafa Deniz ve Neval Boz'a (sevgilisi, karısı) yönelerek onların işbirliğini sağlamış onlar da Avcı'nın talimatıyla Cem Ersever'i infaz grubuna teslim etmişlerdir."

Aydınlık dergisi Ersever'in öldürülüşünü kendi mantığı içinde bir yere yerleştirmekte ve "Kasım 1994'te, uyuşturucu trafiğinin elemanı ve tanığı olması sebebiyle, Abdullah Çatlı ve ekibi tarafından Başbakanlık Poligonu'nda sorgulandı ve arkadaşları Mustafa Deniz ve Neval Boz ile birlikte öldürüldü" şeklinde açıklamalar yapmaktadır.

MİT'in açıklamaları gerçeklerden uzaktır.

Mantıklı ve tutarlı açıklamayı ise -nedense MİT'in sürekli olarak itham ettiği- Hanefi Avcı yapmıştır.

Avcı, TBMM Susurluk Komisyonu'na 4.2.1997 tarihinde yaptığı açıklamada "Gümrük Müdürü Ali Balkan Metel'in şoförü (jandarma elemanı) Kemal Uzuner'in evinde Cem'in arşivinin muhafaza edildiğini,

jandarmanın Kemal'in evindeki malzemeleri, arşivi aldığı, Kemal'le randevulaşan Ersever'i yakaladığı, eve gelen Mustafa Deniz ve Neval Boz'u da ele geçirdiğini anlatmaktadır.

Sorgulamayı yapanlar arasında Mahmut Yıldırım'ın (Yeşil) olduğu iddiası yaygındır.

MİT de sonunda mantıklı bir izah yapmakta ve "Ersever ve arkadaşlarının teröristlerin harekat tarzı konusunda çok tecrübeli, kendi güvenlikleri yönünden de çok dikkatli oldukları bilinmektedir. Buna rağmen herhangi bir mücadele emaresi olmadan cinayeti işleyenlerce ele geçirilmiş olmaları dikkati çekmektedir. Bu durum Ersever ve arkadaşlarının kendileri açısından 'güvenilir' saydıkları kişilerce veya bunların aracılığı ile yakalanmış oldukları ihtimaline kuvvet kazandırmaktadır" demektedir.

Eylemin g

Bunu ilk beğenen siz olun

Hata Oluştu


Dedem Saltuk Buğra Handan bu yana Türk-İslam ülküsü demişim ona O yüzden ülkücü denilmiş bana Geçen geçsin ben vazgeçmem davamdam

Biz Bu Vatanı Üç kuruşa Peşkeş Çekecek Bir Neslin Evlatları Değiliz Biz Odasında Kuranı Kerim Var Diye Saygısından Uyuyamayan Osman Gazilerin Mısır Seferinde Çölü Atına Binmeyipte Önümde Muhammed Mustafa (A.S.V.) Yürürken Ben Ata Nasıl Binerim Diyen Yavuz Selimlerin Hocasına Saygısından Önünde Ezilip Büzülen Fatihlerin İhanetle Suçalnıp Sürgün Edilen Fakat Yanında Bir Tek Hazine Malı Götürmeyen Ve Öldüğünde Cenazesine Borçlarından Haciz Konulan Sultan Vahdettinin Evlatlarıyız Yakışmaz Bize Vatan Giderken Bayrak İnerken Ezan Susarken Yaşamak Ey İnsan Titre Ve Kendine Gel!!!

Hedefimiz İLA-Yİ KELİMETULLAH

topraktan gelen gölgeme toprak çekilince
günler bu heyulayıda ergeç silecektir
rahmetle anılmak ebediyet budur ama
sessiz yaşadım kim beni nerden bilecektir


Eyvâh! Beş on kâfirin îmanına kandık;

Bir uykuya daldık ki: cehennemde uyandık!

Mehmedim,sevinin ,başlar yüksekte!
Ölsek de sevinin,eve dönsek de!
Sanma bu tekerlek kalır tümsekte!
Yarın elbet bizim,elbet bizimdir!
Gün doğmuş ,gün batmış ,ebed bizimdir


Ey Tenperver Nefsim! Sen Kendini Ne Zannediyorsun Ki; Cennet Tabiki Ucuz Değil Cehennem Dahi Lüzumsuz Değil!

---bizki ustasıyız vatan sevmenin---
---yarın elbet elbet bizimdir gün doğmuş gün batmış ebed bizimdir---
---türklük bedenimiz islamiyet ruhumuzdur ruhsuz beden cesettir---
---Şu istikbal inkılabı içinde en yüksek gür sada ( ses ) islamın sadası olacaktır---
---Allaha Vatana Bayrağa Kurana Ve Silaha yemin olsun Şehitlerim Gazilerim Ve Başbuğum emin olsun---
---İman hem nurdur hem kuvvettir.Evet hakiki imanı elde eden adam kainata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre hadisatın tazyikatından kurtulabilir.(bediüzzaman said nursi) ---




bağlantıyı göster (facebook ile) bağlantıyı göster (klasik üye girişi ile) hackerim diyenler alın size kapak olsun



bağlantıyı göster (facebook ile) bağlantıyı göster (klasik üye girişi ile) hackerim diyenlere buda ikinci kapak olsun

adaletinreisi

grup tuttuğum takım
Albay Grup
Hat durumu Cinsiyet Özel mesaj 2427 ileti
Yer: komuta merkezi
İş: TeşkilatiEsasiye
Kayıt: 25-06-2006 06:09

işletim sistemim [+][+3][+5] [-]
#141411 15-11-2006 05:03 GMT-1 saat    
yazının tamamını okumadım ama bu kayıtlar bende vardı zaten daha önce defalarca okumuştum ama gerçekten emeğine sağlık güzel düşünmüşsün gerçi TEŞKİLAT-İ ESASİYE bölümümüz açılsaydı oraya açardık hatta daha güzel konuları tartışırdık ama her halde yönetimden onay çıkmadı:( +

Bunu ilk beğenen siz olun

Hata Oluştu


Devlet-i Ebed Müddet

bekonic

grup tuttuğum takım
Yüzbaşı Grup
Hat durumu Cinsiyet Özel mesaj 1539 ileti
Yer: Antalya
İş:
Kayıt: 03-04-2006 15:23

işletim sistemim [+][+3][+5] [-]
#144786 27-11-2006 19:06 GMT-1 saat    
Gerçektende güzel yazıymış bi kısmını okudum ama tamamını okuyamadığım için özür dilerim.Tam teşkilat-ı esasiye bölümüne göre

Bunu ilk beğenen siz olun

Hata Oluştu


> 1 <