Üye Girişi
x

Giriş Başarılı.

Yanlış Bilgiler.

E-mail adresinizi doğrulamalısınız.

Facebook'la giriş | Kayıt ol | Şifremi unuttum
İletişim
x

Mesajınız gönderildi.

Mesajınız gönderilemedi.

Güvenlik sorusu yanlış.

Kullandığınız Sosyal Medyayı Seçin
Yeni Klasör 8 yıldır sizin için en güvenli hizmeti veriyor...

Teknoloji dünyasındaki son gelişmeler ve sürpriz hediyelerimiz için bizi takip edin.

Kürt Sorununun Tarihi

> 1 <

tarihkokusu

grup tuttuğum takım
Er Grup
Hat durumu Cinsiyet Özel mesaj 1 ileti
Yer: Nevşehir
İş: Tarihçi
Kayıt: 05-03-2014 10:26

işletim sistemim [+][+3][+5] [-]
kırık link bildirimi Kırık Link Bildir! #352000 05-03-2014 10:29 GMT-1 saat    
CUMHURİYET VE KÜRTLER (KÜRT SORUNUNUN DÜNÜ BUGÜNÜ YARINI)

GİRİŞ

Bin yıla yakın bir süre ile Anadolu coğrafyasında Türkler ve Kürtler ciddi hiçbir çatışma içine girmeden kardeşçe yaşadılar. Bu kardeşliği çatışmaya çevirecek boyutta önemli sosyal hadiseler meydana gelmedi. Meydana gelen bazı ufak çaplı olaylar da o zamanlar çok canlı olan İslam Kardeşliği kalkanına çarparak büyümeden bertaraf edildi.
Bu birlik, beraberlik ve kardeşlik duygularının en önemli nedeni İslam’ın getirdiği ‘’müminler arasında mecburi kılınan kardeşlik ruhu’’ ile ‘’husumetin ve ırkçılığın yasaklanması’’ hükümleri idi. Bunlar birçok Kur’an ayeti ile açıkça ifade edilmiş ve sağlam bir dini geleneğin var olduğu bu topraklarda sosyal hayatın en önemli şiarları haline gelmişti.
İttihad-ı İslam idealini hayat felsefesi haline getiren Yavuz Sultan Selim Doğu seferine çıkarken aynı inancı paylaşan insanlar arasında kalıcı bir kardeşlik ve beraberliğin tesisi için büyük gayret gösterdi. Bu konunun Kürt aşiretleri arasında anlatılması ve kabulü yönünde önemli Kürt bilginlerinden olan İdris-i Bitlisi ile görüş birliğine vardı. Kürt aşiretlerinin de maksadı bu idi. İttihad-ı İslam düşüncesi her iki tarafın da benimsediği bir ideal olarak ortaya çıkınca anlaşmak hiç de zor olmadı. Yavuz Sultan Selim, bu aşiretleri kendi iç işlerinde serbest bıraktı. Bu büyük bölgesel desteği yanına alan Yavuz Sultan Selim, Safevi Sultanı Şah İsmail’e tarihinin en büyük yenilgisini yaşattı. Bu bölgede yaşayan Kürtler, kendi kimliklerini rahat bir şekilde ve hiçbir müdahaleye maruz kalmadan yaşadılar. Bugünkü anlamda federal sistem diyebileceğimiz bir yönetim modeli gerçekleştirildi. Kürt aşiretleri sefer zamanında kendi güçleri nispetinde Osmanlı Ordusuna asker gönderdiler. Vergilerini verdiler. Dışarıdan herhangi bir saldırı söz konusu olacaksa, bu bölgenin de güvenliği Osmanlı Devletinin güvencesi altında bulunmaktaydı. Yüzyıllar süren bir kardeşliğin temeli böyle sağlam bir zeminde ve karşılıklı saygı esasları içinde atıldı. Bu birliğin gerçekleştirilmesi sonucu Safeviler zayıfladı ve Doğu Anadolu bölgesinden tamamen silindiler. Orta Doğu ve İslam Âleminin Osmanlı topraklarına katılması için yapılacak seferler, bu beraberlik sağlandıktan sonra daha da kolaylaştı.
Bitlis Hanı Şereffeddin’in 1596 yılında kaleme aldığı ‘’Şerefname’’ adlı eseri Kürt tarihinde çok önemli bir yere sahiptir ve bir kilometre taşıdır. Bu tarihi eser dört bölümden meydana gelmektedir. 16. yüzyılda Kürtlerin sosyal yaşam tarzını bilimsel olarak anlatan bu eser çok önemli bir kaynak niteliğindedir. Birinci bölümde saltanat sürmüş beş tane büyük Kürt ailesi incelenmektedir. Bu aileler, Mervaniler, Hasanbeyhiler, Daynavarlar, Lorlar ve Eyyubiler’dir. İkinci bölümde sikke bastırmış ve kendi adına hutbe okutmuş aileler incelendikten sonra üçüncü bölümde ise; hanedanlar egemen olduklarında çoğrafi durumlarına göre sıralanmıştır. Bu sıralama Cizre –Dersim arası, Cizre- Kilis arası, Cizre- Hoy arası, Hakkâri’nin güneyi ve İranlı Kürtler olarak beşe bölünmüştür. Dördüncü bölümde ise Bitlis emirlerinin tarihi ayrıntılı olarak anlatılmıştır.
Kürtlerin yaşadığı bölgelerde feodal düzen hâkimdi. Köyler ve topraklar büyük bir çoğunlukla ağaların malıydı. Ağalar bölgelerinin hâkimi konumundaydılar. Topraklarında köylüleri çalıştırır ve belirli bir ücret verirlerdi. Bu ağalar da bölgede hâkim olan ‘’Bey’’ veya ‘’Mir’’e bağlı idiler. Normal vatandaşların bu gibi bölgelerde pek fazla bir söz hakları yoktu. Zaman zaman aşiretler arasında çatışmalar meydana gelse bile, bölgenin hakimi konumunda olan Mirler bu gibi çatışmalar kolay kolay izin vermezlerdi. Mirlerin ve Hanların öngördüğü şartlarda antlaşmalar yapılır ve birbirlerini sevmeseler de barış içinde yaşarlardı. Ağalardan sonra bölgenin bir diğer otoritesi ‘’Şeyhler’’ idi. Tarikat yapılanması ve Medreseler bölgede etkin konumda idiler. Şeyhler halkın dini ihtiyaçlarına cevap verir ve bazen de meydana gelen anlaşmazlıkları dini hükümlere göre çözerlerdi. Ağalar ve Şeyhler, genellikle bir gizli anlaşma varmış gibi birbirlerine saygı gösterirler ve birbirlerinin egemenlik alanlarına müdahale etmezlerdi. Bölgede çok sayıda bulunan Medreseler de Mirler veya Ağalar tarafından himaye edilirdi. Bazı Medreselerin bütün masraflarını bu Mirler karşılar ve buralarda yatılı olarak okuyan talebeleri himaye ederlerdi. Ağa ve Şeyhlerin dışında bazı büyük medrese hocaları da bu bölgelerde önemli bir otorite sayılırdı.
Böyle farklı otoriterlerle iç içe yaşayan bu bölgenin halkları kanaatkâr insanlardı. Dini duyguları çok kuvvetli olan bu insanlar Şeyhler ve büyük âlimlere büyük bir itaat ve saygı ile bağlıydılar. Bölgenin birçok yerinde Kadiri ve Nakşî dergâhları mevcuttu.
Kürtlerin yaşadığı bölgeler, ayrıca etnik yapı ve dini inançlar yönünden de çok karışık bir görüntü arz ediyordu. Bazı bölgelerde yoğun bir şekilde Ermeni, Süryani, Yahudi, Arap ve Yezidi nüfusu bulunmaktaydı. Bu insanlar da Kürtlerle yüzyıllar boyunca hiç çatışma içinde olmadan yaşadılar. Hatta bu bölgelerde çok iyi komşuluk ilişkilerinin de geliştirildiği söylenebilir. Cami, Kilise ve Havralar çok rahat bir şekilde ve hiçbir kaygı içinde olmadan kendi mensuplarına hizmet veriyorlardı. Gayr-ı Müslimler genellikle sanat ve ticaretle uğraşır ve Müslüman komşuları ile karşılıklı güvene dayalı bir alışveriş gerçekleştirirlerdi. Ermeni tehcirinin yaşandığı yıllarda çok sayıda Ermeni aile, yollardaki tehlikelerden çocuklarını sakındırmak için, güvendikleri Müslüman ailelere çocuklarını teslim etmişler ve bunlar bu ailelerin yanında Müslüman olarak büyümüşlerdir.
1639 yılında Osmanlı Devleti ile İran Safevi Hükümdarlığı arasında Kasr-ı Şirin Antlaşması imzalandı. Bu antlaşma ile Kürt bölgesinin büyük bir kısmı Osmanlı Devletinde kalmak üzere bir kısmı Safevilere bırakıldı. Bu bölünme durumunu, bazı Kürt aşiretlerinde hoşnutsuzluk meydana getirmişse de çok büyük olaylar meydana gelmedi.
Yavuz Sultan Selim ve İdris-i Bitlisi arasında bu mutabakatın sağlanması ve buna hemen hemen bütün Kürt aşiretlerinin katılmasından sonra yaklaşık üç yüz elli yılı aşkın bir süre ile bu topraklarda tam bir birlik ve beraberlik rüzgârları esti. 19. yüzyılın başlarından itibaren bütün Osmanlı topraklarında misyonerlik faaliyetlerinin arttığı ve ırkçılık fikriyatının neşv-ü nema bulması için büyük gayretlerin gösterildiği bir döneme girilmiştir. Osmanlı İmparatorluğunu bölüp parçalamak için en iyi yolun bu olduğunu düşünen Avrupa zalimleri bu maksatla hummalı ve sistematik bir çalışma içine girdiler. Açılan misyoner okullarının bu faaliyetlerin merkez üssü olduğu görülmektedir. Bu okullar bir yandan bölgenin Hıristiyanlaştırılması için çok yoğun bir şekilde faaliyetlerde bulunurken, diğer yandan da Osmanlı Devleti’ni zor durumda bırakmak için ırkçılık tohumları ekmekten ve bu amaçla propaganda yapmaktan geri durmuyorlardı. Bu menfi fikir ve cereyanlara karşı yeterli oranda aydınlanma ve eğitim faaliyetlerinde bulunulmadığı için bu menfi düşünceler ve ırkçılık fikrinin, dini duyguların çok kuvvetli olmadığı kesimlerde makes bulduğu gözlenmektedir.
Bu dönemlerde başlayan isyan ve kıpırdanmaların en önemli sebeplerinden birisi de, Osmanlı Devletinin zayıflaması, uğradığı mağlubiyetler ve kendini tam anlamıyla yenileyememesi sonucu, rakipleri karşısında zayıf konuma düşmesidir. Dışarıda zayıflayan ve cephelerden mağlubiyetlerle dönen bir ordunun ve devletin, içeride de elinin zayıflayacağı ve bazı iştahları kabartacağı inkâr edilemez. Avrupa’da ve Balkanlarda giderek gerileyen ve devamlı toprak kaybeden Osmanlı devleti’nin düşmanları boş durmamış ve dâhili ihtilaflarla daha da zayıf duruma düşürmek için yoğun gayret göstermişlerdir.
Osmanlı Devleti, düştüğü bu hazin durumdan kurtulmak için bazı teşebbüslerde bulundu. Önce 1808 yılında Sened-i İttifak kabul edildi. Ardından Tanzimat Fermanı ve daha sonra Islahat Fermanı kabul edildi. Ardı ardına kabul edilen bu iki ferman ile Osmanlı Devleti’nde kötü gidişe dur demek için bazı çalışmalar yapılmak istenmiş, Anayasal düzene geçişin başlangıcı olarak kabul edilen bu fermanlar istenilen etkiyi yapmamış ve kötü gidişe dur diyememiştir. Bazı Osmanlı aydınlarının gayretleri sonucu 1876 yılında II. Abdülhamit tarafından Meşrutiyet ilan edilmiş, hazırlanan Anayasa kabul edilmiş ve Meclis-i Mebusan toplanarak bir çıkış yolu arama gayretlerine devam edilmiştir. Bu dönemde 93 harbi olarak da anılan 1877–1878 Osmanlı-Rus savaşında alınan büyük mağlubiyet bütün dengeleri değiştirmiş, Meclis’te ülkenin bölünmesi yönünde talepler seslendirilince, öteden beri ülkenin böyle bir ortama hazır olmadığını düşünen Sultan Abdülhamit, yeniden bütün ipleri eline almış, anayasayı rafa kaldırmış ve Meclis-i Mebusan’ı dağıtmıştır. Osmanlı Devlet’inde 30 yıl kadar sürecek bu dönem ‘’İstibdat Dönemi’’ olarak adlandırılmış, bir nevi baskı ve susturma politikası ile meseleler bastırılmış, ancak sorunlar giderek büyümüş ve patlama noktasına gelmiştir.

BEDİRHAN PAŞA VE AİLESİ

Osmanlı döneminde ilk ciddi ayaklanma Bedirhan Bey tarafından gerçekleştirilmiştir. Bedirhan Bey 1802 yılında Cizre’de doğmuştur. Dedesi Abdülaziz Paşa Diyarbakır Valiliği yapmıştır. Babası Cizre Beyi olan Mir Abdullah’ın vefatından sonra önce amcasının oğlu Mir Seyfeddin ve ardından abisi Mir Salih Cizre Beyi olmuş, fakat her ikisi de siyasi işlerle ilgilenmeyi sevmedikleri ve daha çok sofimeşrep olduklarından dolayı kısa süre sonra görevlerinden çekilmişler ve 1821 yılında Mir Bedirhan Cizre Beyi olmuştur. 19 yaşında Cizre Emiri olan Bedirhan Bey, öncelikle çevre yerleşim yerlerinde baş gösteren otorite bozukluğunu düzeltmiş ve kısa sürede bölgenin hâkimi olmuştur.

Şeyhülislamlık görevi yapan Molla Abdulkuddus çok meşhurdur. 1827 yılında yapılan Osmanlı Rus Savaşına 20 bin atlı ile katılmış ve Osmanlının zaferinde büyük rol oynamıştır. 1837 yılında meydana gelen Dergul isyanı ve Said Bey isyanlarında Osmanlı’nın saflarında yer almış ve isyanların bastırılmasında büyük emek harcamıştır. Osmanlı Devletinin en sadık beylerinden birisi olan Bedirhan Bey, 1839 yılında Nizip’te Osmanlı’nın saflarında Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’ya karşı savaşmış ve bu yenilginin sonunda birçok yakın adamını kaybetmiştir. Mir Bedirhan bu yıllarda Doğu ve Güneydoğu ile şimdi Suriye ve Irak sınırlarında kalan birçok aşireti birleştirerek büyük bir itibar kazandı. Cizre-Botan bölgesinde büyük reformlar yaptı. Halkın vergi yükünü büyük oranda hafifletti. Topraksız köylülere toprak dağıttı. Asayiş tam manasıyla sağlandı. Başka bölgelerden çok sayıda insan bu gelişmeler üzerine Cizre-Botan bölgesine göç etti.
Cizre Diyarbakır’a bağlı iken Musul Valisi Mehmet Bey’in isteği ve ısrarı üzerine Musul’a bağlandı. Musul Valisi ile Mir Bedirhan’ın arası iyi değildi. Musul Valisi, ısrarla bazı bahaneler ileri sürerek, Mir Bedirhan’ı birçok rapor ile merkezi hükümet nezdinde kötüleme gayretlerine girişti.. Mir Bedirhan da tekrar Diyarbakır’a bağlanmak için bazı teşebbüslerde bulundu, ancak muvaffak olamadı. Bu sıralarda 1843 yılında Hakkâri bölgesinde Nasturi Ayaklanması meydana geldi. Nasturiler Botan bölgesinin de bazı yerleşim yerlerine saldırırdılar. Nasturi Patriği Marşemun’un verdiği fetva üzerine çok sayıda Müslüman öldürüldü. Mir Bedirhan bu gelişmeler üzerine ordusunu toplayarak Nasturilerin üzerine yürüdü. Nasturi isyanı kanlı bir şekilde bastırıldı. Bu çatışmalar sırasında her iki taraftan da çok sayıda insan öldü.
Nasturi Patriği Marşemun kaçarak Musul’a gitti ve İngiltere Konsolosluğuna sığındı. İngiliz ve Fransızlar bu olaydan sonra büyük bir kötüleme kampanyasına girişerek Mir Bedirhan’ın Osmanlı Devleti nezdindeki itibarının düşmesine sebep oldular. Bunu hazmedemeyen Mir Bedirhan bağımsızlığını ilan ederek adına hutbe okuttu ve para bastırdı. 1846 yılında Osmanlı Hükümeti Mir Bedirhan’ın üzerine ordu gönderdi. Oğlu Yezdinşir de Osmanlı Hükümeti ile anlaştı. Mir Bedirhan Cizre’den çekilerek Hevreh Kalesine sığındı. Burada komutanları ve kurmayları ile yaptığı toplantılar sonucu, âlimlerin de görüşünü alarak bu yaptıklarının İslami yönden asilik olduğu sonucuna varıldı. Mir Bedirhan bu karar üzerine, canı, malı ve ailesinin korunması karşılığında teslim olmayı kabul etti.
Bedirhan Bey ve Cizre yönetiminin elebaşları önce Samsun’a ve oradan da İstanbul’a götürüldü. Padişah Sultan Abdülmecid’in huzuruna çıkarıldı. Sultan Abdülmecid Bedirhan Bey’e neden isyan ettiğini sorunca O da bu soruya Ömer Hayyam’ın bir beyiti ile karşılık verdi: ‘’Benim fena olan hareketime sen de karşılık verirsen aramızda ne fark kalır.’’ Bu cevap Sultan Abdülmecid’in çok hoşuna gitti. Bedirhan Bey’i affetti ve Musul Valisi’nin oyununa geldiğini anladı. Birçok ihsanlarda bulunarak maaş bağladı. Girit adasına mecburi ikamet için gönderdi. Bedirhan Bey aile efradı ile birlikte Girit’te on sene kadar yaşadı. Şeyhülislam Abdulkuddus ve Şeyh Abdulgani de Girit’e gönderildi. Bu on yılın sonunda Girit adasında Osmanlı Devletine büyük yararlar sağladığını gören Sultan Abdülmecid, Bedirhan Bey’i affetti ve isterse İstanbul’a dönebileceğini bildirdi. Padişah, kendisine yüz elli bin kuruş ve hususi bir vapur göndererek İstanbul’a dönmesini sağladı.
Bedirhan Bey, İstanbul’da kaldığı süre içerisinde Padişah’ın emri üzerine meydana gelen isyanları bastırmak için iki sefer Girit’e gitti. Bu sırada büyük yararlılıklar gösterdi. Sultan Abdülmecid’in emri ile 1858 yılında Paşa’lık unvanı ile ödüllendirildi. Çok sayıda hediye ve ihsan verildi. Bu isyan hareketlerinin bastırılmasından sonra bir süre Girit’te ikamet etmeye devam etti. Daha sonraları Padişah’a yaptığı bir müracaatı kabul edildi. Bunun üzerine ailesi ile birlikte Şam’a yerleşti. Şam’da vefat etti ve buraya defnedildi. Ailesine mensup çok sayıda kişi ve bazı evlatları İstanbul’da kaldılar. (1)
Bedirhan ailesi sonraki yıllarda da kendisinden çok bahsettirdi. Torunu Celadet Bedirhan, Kürtçe alfabeyi ve grameri hazırladı. Kamuran Bedirhan, uzun yıllar Paris’te yaşadı ve Paris Kürt Enstitüsü’nde faaliyetlerde bulundu. Yine torunlarından Vasıf Çınar; Atatürk tarafından Milli Eğitim Bakanlığına getirildi. Vasıf Bedirhanzade’ye ‘’Çınar’’ soyadı, ‘’sizin aileniz çok köklü bir ailedir, tıpkı çınar gibidir’’ diyen Atatürk tarafından verildi. Bu ailenin önde gelen isimleri arasında Tarihçi Cemal Kutay ve Dışişleri eski Bakanlarından Emre Gönensay da bulunmaktadır.


1-Abdullah Yaşın, Tarih, Kültür ve Cizre, sayfa: 377–381



MEDRESET-ÜZ ZEHRA VE BEDİÜZZAMAN MODELİ


Bediüzzaman Hazretleri, Doğu Beyazıt’ta 15 yaşında iken tahsilini tamamlar ve Şeyh Mehmed Celali Hazretleri tarafından kendisine icazet verilir. İcazetini aldıktan sonra yaklaşık on beş yıl boyunca doğu medreselerini gezer, doğu ve güneydoğu illerindeki önemli problemleri ve özellikle eğitim konusundaki ciddi sıkıntıları yerinde tespit eder. Bu dönemde Van’da ikamet ettiği sıralarda Vali Tahir Paşa’nın da yardımları ile dünyadaki gelişmeleri yakından takip etme imkânı bulur. Bu problemlerin çözümü ve ‘’maarif, san’at ve fünun noktasında Şark’ın uyandırılması’’ maksadıyla Medreset-üz Zehra projesini hazırlar. 1907 yılının sonlarına doğru bu maksadını gerçekleştirmek maksadıyla İstanbul’a gelir. Padişah Sultan Abdulhamid ile görüşme imkânı bulamaz, ancak projesinin esas hatlarını ifade eden bir dilekçe hazırlayarak Saray’a takdim eder.
‘’Arabî vacip, Kürdi caiz, Türkî lazım’’ diyerek Medreset-üz Zehra’nın üç dilde eğitim yapması gerektiğini ifade ile mahalli dil olan Kürtçenin, resmi dil olan Türkçenin, İslami ve ilim dili olan Arapçanın bir arada bulunmasının lüzum ve önemine işaret eder. Ayrıca burada hizmet verecek öğretim elemanlarının zülcehaneyn olmaları yani dini ve dünyevi ilimlere vakıf olmaları gerektiğini, Kürtçeye aşina olmaları ve Türklerin ve Kürtlerin itimat ettiği kimselerden seçilmesi gerektiğini belirtir. Bu projenin gerçekleşmesi halinde ‘’neşredeceği semeratla, tamim edeceği ziya ile, İslâmiyete edeceği hizmetle ukul(akıllar) yanında en âlâ bir mektep olduğu gibi, kulûb(kalpler) yanında en ekmel bir medrese, vicdanlar nazarında en mukaddes bir zaviyeyi temsil edeceğini’’ de ifade etmektedir. Bunun semeresi olarak da, Kürt ve Türk ulemasının istikbalinin temin edileceğini; maarifin, Kürdistan’a medrese kapısıyla gireceğini; meşrutiyetin ve hürriyetin mehasinini göstererek ondan istifade ettireceğini de ilave eden Bediüzzaman, netice olarak ehl-i mektep, ehl-i medrese ve ehl-i tekkenin barışacağını, bunların birbirlerini noksanını tamamlayan bir bütün haline gelerek, bir Meclis-i Şura hükmüne geçeceğini beliğ bir şekilde beyan eder. (1)
Resmi destekli, özel statülü bir yüksek okul olarak düşünülen ve ihtiyaç halinde birçok doğu vilayetinde şubelerinin açılmasının çok büyük yararlar sağlayacağını düşündüğü bu proje, o zamanın olağanüstü şartları içerisinde ne yazık ki gerçekleşemedi. Bediüzzaman, bu çabasından ve niyetinden asla vazgeçmedi. Vefat edinceye kadar yetkililerle olan temaslarında bu konuyu hep gündemde tutmaya devam etti.
Birinci Dünya Savaşı ve İstiklal Mücadelesi döneminde bu idealini gerçekleştirecek şartlar mevcut değildi. Şark’ta bir Milis Alayı kurarak birçok cephede, özellikle Pasinler’de çok büyük kahramanlıklar gösterdi. Bitlis savunmasında ayağı kırılıp Ruslara esir düşünceye kadar bu mücadelesine devam etti. Tamamen Kürt Aşiretlerinden oluşan, önceleri Hamidiye Alayları olarak isimlendirilen, ancak Sultan 2. Abdulhamid’in tahttan uzaklaştırılmasından sonra Aşiret Alayları adı verilen askeri birlikler de, bu savaşta Doğu Cephesinde Rus ve Ermenilere karşı vatan savunmasında çok büyük hizmetlerde bulundu. Bu Aşiret Alayları aynı şekilde Kurtuluş Savaşında da, Kuvva-yı Milliye ile birlikte vatanın işgalden kurtarılması için çok yararlı hizmetler yaptı. Cumhuriyet’in ilanından sonra, kurumların yeniden yapılandırılması projesi çerçevesinde bu Aşiret Alayları lağvedilmiştir. Yüz binlerce Kürt genci, Türk kardeşleri ile birlikte Çanakkale’de ve diğer bütün cephelerde omuz omuza, hiçbir ayrılık ve gayrilik düşüncesi taşımadan vatan müdafaası ve kurtuluşu için kahramanca mücadele etmiş ve şehit olmuştur.


1- Münazarat, sayfa. 128 ve sonrası

KÜRTÇÜLÜĞÜN ORTAYA ÇIKIŞI

Osmanlı döneminde bazı Kürt hareketlerinin ortaya çıktığından ve bunların bazı devlet kurma teşebbüslerinde bulunduğundan yukarıda bir olsun bahsedildi. Ancak bu hareketlerin hepsinde ırk unsurunun izleri varsa bile bunlar esas itibariyle bir aşiret ve beylik hareketleri idi. Bu teşebbüslerde ‘’Millet’’ fikrinin daha geri planda olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Esas itibariyle Kürtçülük fikri, Meşrutiyet’in ilanından sonra Türkçülük düşüncesinin yaygınlaşmasından ve bir devlet politikası halline gelmesinden sonra ortaya çıkmıştır.
İttihat ve Terakki Cemiyeti devlete bütünüyle hakim olduktan sonra, başlangıçta savunduğu bazı görüşlerinden vazgeçerek, Osmanlılık kavramının yerine Türkçülük düşüncesini savunmaya başladı. Osmanlı Devlet’inde özellikle İslam milletleri arasındaki ayrışma bu düşüncenin uygulamaya geçmesi ile başlamıştır. İslam Milletleri arasında en birleştirici bağ olan İslam Kardeşliği düşüncesinin zedelenmeye başlaması ve bu manaları barındıran ‘’Osmanlılık’’ fikrinin ikinci plana itilerek yerine Türkçülük fikrinin kuvvet kazanmaya başlaması ile birlikte, dahilde de kavga ve çekişmeler eksik olmamıştır. Babası Emin Ali Bedirhan gibi Kürt Teali Cemiyeti’nin kurucularından ve aynı zamanda Bedirhan Paşa’nın torunu olan Celadet Ali Bedirhan sürgün olarak gittiği Suriye’nin başkenti Şam’dan 1933 yılında Mustafa Kemal Paşa’ya yazdığı ve Doz Yayınları tarafından yayınlanan mektubunda, bu görüşü teyit eden ilginç bir hatırasını anlatmaktadır.
Celadet Bedirhan, Meşrutiyet’in ilanından sonra Osmanlı Başkenti’ndeki Milliyetçilik faaliyetlerine ışık tutan bu uzun mektubunda konuyla ilgili hatırasında şunlar yazmaktadır: ‘’Hatırımda kaldığına göre 10 Temmuz'un (10 Temmuz 1908, Meşrûtiyet'in ilânını Rumi tarihi) ikinci sene–i devriyesi (23 Temmuz 1909) henüz idrak olunmamıştı. Bir gün Şehzadebaşı'da bir tiyatro binasında (Ferah Tiyatrosu) mühim bir konferans verileceğini edebiyat öğretmenimizden öğrenmiş ve bu gibi şeylere meraklı birkaç arkadaşımla konferans mahalline gitmiştim. Sahneye iki adam çıktı. Biri Yusuf Akçura Bey idi. Arkadaşını bize takdim etti. Bu zatın ismi İsmail Gasperenski idi. Gasperenski Efendi, İstanbul ahalisince anlaşılması müşkil bir Türkçe ile uzun bir konferans verdi. Mütemadiyen Türk'ten ve gayr–i Türk'ten bahsediyordu. Konferans bittiği zaman, benim ve arkadaşlarımın anlayabildiği şundan ibaretti: Herkes Türk'tür, Türkiye'de Türk'ten başka millî unsur yoktur ve olmamalıdır. Bilmem nasıl bir tesadüftür ki, o gün aramızda hiçbir Türk talebe yoktu. Benden başka, diğer arkadaşlarımın biri Kürt, biri Çerkez, biri Arnavut, biri Gürcü ve biri de Rum idi. Ertesi gün, mektepte aynı arkadaşlar bir araya geldiğimiz zaman Gasperenski Efendi'nîn konferansı mevzubahis oldu. Meşrûtiyet devri ile birdenbire inkişaf eden müsavat–ı hukuk ve türlü şahsî, unsurî ve mezhebî hürriyet fikirleriyle sür'atle temasa gelen genç dimağımız, Gasperenski Efendinîn nazariyatını kabul edemiyordu. Bu nazariyat, bize pek aykırı gelmiş, mânevîyatımızı adeta isyan ettirmişti. O tarihte mektepte bir gazete hazırlayıp neşrediyorduk. Gazetenin riyâset–i tahririyesi (başyazarlığı) benim üzerimde idi. Gasperenski Efendi'nîn konferansının bende yapmış olduğu aksülamel ile olacak, mezkûr gazetede Kürtlüğün tarihinden, ırkından, vatanından ve hususiyetlerinden bahseyledim. Bu ve emsalî konferanslar ve neşriyat ile Osmanlı hududu dahilinde yaşayan gayr–i Türk milletlerin aleyhine olmak üzere, yeni bir Türk milliyetinin esasatı kurulmak isteniyordu. Bu şoven milliyetçiliğin, daha doğru bir tabirle başka milletlerin kanıyla vücuda getirilmek istenilen yeni milliyetin edebiyatını yapmak üzere bir bir Türk Ocakları, Türk Yurtları tesis olundu. Mecmualar ve kitaplar neşredildi. Gençlere bu yurt ve ocaklarda hususi bir terbiye veriliyordu. Rehberlerin itikadınca, bu ocakların eşiğinde ilk temsil ameliyesi (asimile çalışması) yapılıyordu; fakat, ileride göreceğiz ki, bu ocaklar size Türkçü yetiştirdiği kadar, bize de Kürtçü yetiştiriyordu." (1)
1- Celadet Ali Bedirhan, Bir Kürt Aydınından Mustafa Kemal'e Mektup, Doz Yayınları, sayfa. 22


KÜRT TEALİ CEMİYETİ

30 Haziran 1918 yılında Dâhiliye Vekâletine verilen bir dilekçe ile kurulmuştur. Cemiyetin kurucuları arasında İstanbul’da yaşayan bazı Kürt ailelerinin önde gelenleri, bazı devlet görevlileri ile bir kısım Kürt aydınları bulunmaktaydı. Bunlar arasında, Bedirhan Paşa’nın oğulları, Mehmet Emin Ali, Süreyya, Mehmet Ali, Hasan Nuri, Abdurrahman, Murat Remzi ve Halil Rami Beyler; torunları, Mehmet Emin Ali Bey’in oğulları; Celadet, Kamuran, Mithad Esved Beyler; Şemdinan ailesinden Şeyh Ubeydullah ve oğlu Seyyid Abdulkadir ile Seyyid Mehmet, torunları Seyyid Abdullah ve Seyid Taha; Baban ailesinden Şükrü Baban, Babanzade Mustafa Zihni Paşa, Hicaz eski valisi Babanzade Fuat Bey, Babanzade Hikmet Bey, Babanzade Aziz Bey, Babanzade Mahmut Bey: Diyarbakırlı Cemilpaşa ailesinden Ahmet Cemilpaşa, Ekrem Cemilpaşa ve Kadri Cemilpaşa ve bu ailelerden olmayan Mevlanzade Rıfat, Ahmet Hamdi Paşa, Arvasizade Mehmet Şefik, Yusuf Ziya Koçoğlu, Mehmet Şükrü Sekban, Emekli Ferik Fuat Paşa, Emekli Ferik Ahmet Hamdi Paşa ve aynı zamanda İngiliz Muhibleri Cemiyeti üyesi de olan Sait Mola gibi zatlar bulunuyordu.
Bu cemiyet başlangıçta Osmanlı topraklarında yaşayan Kürtlerin hukukunu müdafaa, eğitim ve kültür düzeylerini yükseltmek maksadıyla kurulmuştur. Aynı şekilde bütün Müslümanları muhafaza ve müdafaa etmek de bu cemiyetin maksadları arasında bulunmakta idi. Osmanlı Devletinin yıkılma sürecinde, bu cemiyete mensup bazı kişilerin, bundan pay almak için çalıştıkları da bir vakıadır. Bediüzzaman Hazretlerini bu cemiyet ile irtibatlandırmak için bazı kesimler tarafından birçok iddialar ortaya atılmıştır. Öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki, Bediüzzaman Hazretleri, bu cemiyetin mensuplarından değildir. Bediüzzaman’ın İstanbul’da kaldığı dönem içerisinde üzerinde önemle durulması gereken hususlardan bir tanesi de, ‘’Kürdistan’’ kurma gayretleri konusundaki tutumudur.
Osmanlı İmparatorluğu savaştan mağlubiyet ile çıkınca, İngiltere başta olmak üzere İtilaf Devletleri, Osmanlı İmparatorluğunun bir daha ihya olmaması için dessas entrikalar içine girmişlerdi. Osmanlı topraklarını kendi aralarında paylaşmak ve özellikle zengin petrol yataklarının bulunduğu ve ‘’Kürdistan’’ olarak bilinen coğrafyanın kendi kontrolleri altında kalması için yeni bazı planlar yapmışlardı. Bu konudaki emellerini gerçekleştirmek için Sevr Antlaşmasına, ‘’özerk bir Kürdistan devletinin kurulmasını öngören’’ bir madde koymayı da ihmal etmemişlerdi.
Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Wilson da bu arada bir bildiri yayınlamıştı. Wilson bu bildiri ile, Osmanlı yönetimi altında yaşayan bütün unsurlara haklarının verilmesi gerektiğini kamuoyuna deklare etmişti. Ayrı bir devlet kurma taraftarı olan bazı Kürtler ile Ermeniler, bu bildiriden de cesaret almışlardı.
Kürt Teali Cemiyeti’nin başkanı Seyyid Abdulkadir’di. Bu zat kuvvetli nüfuzundan yararlanmak için Bediüzzaman’a da başvurmuştu. Bediüzzaman bu talebi kesin bir dille ret etmişti. Paris yakınlarındaki Sevr kasabasında yapılan barış görüşmeleri sırasında Şefik Paşa ile Ermeni Temsilcisi Bogos Nubar Paşa arasında bir antlaşma yapıldı. Bu antlaşmanın ana konusu, İngiliz himayesi altında özerk bir Kürt Devletinin kurulmasıydı. Antlaşma konusu duyulunca hem Şark illerinden, hem de İstanbul’dan büyük tepkiler yükselmeye başladı. Bu konuyla ilgili olarak, Bediüzzaman’ın bu sıralarda Eşref Edip’in sahibi ve Mehmet Akif’in de Başyazarı olduğu Sebilürreşad’ın 4 Mart 1920 tarihli ve 461. sayısında ‘’Kürtler ve İslam’’ başlıklı şöyle bir yazısı yayınlandı:
‘’Bu hususta en ziyade söz söylemek selahiyetine haiz bulunan ve Kürtlerin salâbet-i diniye, necabet-ırkiye ve celadet-i islamiyesini bihakkın temsil eden Dar-ül Hikmet-il İslamiye azasından Kürt eşraf ve mütehayyızanından bulunan fazıl-ı şehir Bediüzzaman Said Kürdi Efendi Hazretleri buyuruyorlar ki:
Bogos Nubar ile Şerif Paşa arasında akdedilen mukaveleye en müskit ve beliğ cevap, Vilayat-i Şarkiye’de Kürt aşairi rüesası tarafından çekilen telgraflardır. Kürtler, Camia-i İslamiyeden ayrılmaya asla tahammül edemezler. Bunun aksini iddia edenler, mutlaka makasıd-ı mahsusa tahtında hareket eden ve Kürtler namına söz söylemeye salahiyattar olmayan beş-on kişiden ibarettir.
Kürtler, İslamiyet nam ve şerefini i’la için beş yüz bin kişi feda etmişler ve makam-ı hilafete olan sadakatlerini isar ettikleri kan ile bir kat daha te’yid etmişlerdir.
Ma’hud muhtıranın esbab-ı tanzimine gelince; Ermeniler, Vilayat-ı Şarkiye’de ekall-i kalil derecesinde bulundukları için, asla bir ekseriyet teminine ne kemiyetten, ne de keyfiyeten şarki Anadolu’da iddia-yı temellükte muvaffak olamayacaklarını son zamanlarda anladılar. Maksatlarına Kürtler namuna hareket ettiklerini iddia eden Şerif Paşa’yı alet etmeyi müsait ve muvafık buldular. Bu suretle Kürt ve Ermeni davası ortada kalmayacak. Şarki Anadolu’daki iftirak amali mevki-i fiile çıkmış olacaktı. İşte bu gaye ile, o ma’hud beyanname müştereken imzalandı ve konferansa takdim olundu. Ermenilerin maksadı Kürtleri aldatmaktan başka bir şey olamaz. Çünkü ileride Kürtlerin kemiyeten hal-i ekseriyette bulundukları inkâr edemeseler bile, keyfiyeten, yani ilmen, irfanen kendilerinden dûn oldukları bahanesiyle Kürtleri bir millet-i tabia haline getirecekleri muhakkaktır. Buna ise, aklı başında olan hiçbir Kürt taraftar değildir. Zira Kürtler bu beyannameye yalnız sözle değil, bilfiil muhalif olduklarını ıspat ediyorlar.
Kürtlük davası pek manasız bir iddiadır. Çünkü her şeyden evvel, Müslüman’dırlar. Hem de salabet-i diniyeyi taasup derecesine isal eden hakiki Müslümanlardan... Binaenaleyh, Ermenilerle aynı ırktan bulunup bulunmadıkları meselesi, onları bir dakika bile işgal etmez. İslam, uhuvvet-i islamiyeye münafi olan kavmiyet davasını men eder....
Kürdistan’a verilecek muhtariyetten bahsediliyor! Kürtler, ecnebi himayesinde bir muhtariyeti kabul etmektense, ölümü tercih ederler. Eğer Kürtlerin serbest-i inkişafını düşünmek lazım gelirse, Bogos Nubar’la Şerif Paşa değil, Devlet-i Aliye düşünür.. Hülasa Kürtler bu hususta kimsenin tavassut ve müdahalesine muhtaç değildirler.’’(1)
Bu konu ile ilgili bir başka hadise de, dönemin tanınmış yazarlarından ve önde gelen simalarından Konsolidçi Asaf Bey’in ifadeleri ile şu şekilde cereyan etmişti:
‘’Bir gün Divanyolu’ndaki matbaamızda otururken odaya bir adam girdi. Kıyafeti tuhafça idi. Başında külaha benzer bir şey vardı. Bu adamı görünce Mevlanzade(Rıfat) ayağa kalktı, beni göstererek, ‘’Başmuarririmiz Konsolidçi Asaf’’ diyerek bana tanıttı ve onun hakkında şu bilgileri verdi:
‘’Bu zat en büyük din âlimlerimizden Bediüzzaman Sadi Nursi^dir.’’ Ben de o zaman Bediüzzaman’la konuşmaya başladım. Hakikaten yüksek ilmi konuşmaları ile çok müstefit oldum. Bundan sonra sık sık matbaamıza geliyordu. Onunla konuşuyorduk. Bazen birlikte dışarı çıkıp şehir içinde gezdiklerimiz bile oluyordu.
Bilmem ne kadar zaman sonra idi. Said Nursi İstanbul’dan ayrılmıştı. Memleketine mi, yoksa başka bir yere mi gitmişti, şimdi hatırlamıyorum. Almanya ve müttefikleri büyük bir hezimete uğramışlardı. Memleket parçalanmış, vatanın her köşesinde yeni hükümetler türemeye başlamıştı. Ermenistan da bunlardan biridir. Mevlazade Rıfat Bey bir gün bana dedi ki: ‘’Oğlum, Ermenistan hükümeti kuruluyor. Onların Ermenistan kumalarına karşılık, imparatorluk dağıldığına göre biz de Kürdistan kuralım.’’
Ben hayretle yüzüne bakınca, bana dedi ki:
‘’Ben vatan haini değilim. Onu yıkanların Allah belasını versin. Birer hırsız gibi kaçtılar. Filhakika bir Kuva-yı Milliye var, ama ümit pek zayıf. Mucize devrinde değiliz. Ben bu işi Said Nursi’ye yazacağım. Çünkü onun nüfuzu çok kuvvetlidir. Hatırı çok sayılır. Onun için bu zata bir mektup yazıp göndereceğim. Ve ondan teşrik-i mesai isteyeceğim.’’
Mevlanzade mektubunu yazıp gönderdi. Bundan on gün kadar geçmişti. Belki de on beş gün, hatırlamıyorum. Bir gün matbaamızda oturuyorduk. Misafirlerimiz de vardı. O zamanlar Bahriye Nazırı olan Cakalı Hamdi Paşa ile Divan-i Harbi Örfi Reisi nezdimizde idiler. Şuradan buradan konuşuyorduk. Bu sırada posta müvezzii odaya girdi ve bir mektup bırakarak çıkıp gitti. Rıfat Bey, mektubu okurken yüzünü ekşitiyor, hiddetlendiği aşikâr görülüyordu. Rıfat Bey mektubu okuduktan sonra bana fırlatarak, ‘’Oku da gör:’’ dedi. ‘’Said Nursi benim teklifimi red ediyor. Ben senin fikrine taraftar değilim, diyor’’
Mektubu gizli okumak çok ayıp olacaktı. Aşikâr olarak okumaya başladım. Cakalı Hamdi Bey ile Divan-i Harb-i Örfi Reisi Mustafa Paşa’da dinliyorlardı. Said Nursi’nin bu cevabi mektubu aynen hatırımda olmamakla beraber, bu mektubunda, Mevlanzade’nin Kürdistan kurma teklifini reddediyor:’’Rıfat Bey, Kürdistan teşkil etmek yerine Osmanlı İmparatorluğu’nu ihya edelim. Bunu kabul edersen canımı bile feda ederek çalışırım’’ diyordu.
Benim aşikâr olarak okuduğum mektubu misafirlerimiz de dinledikten sonra Mustafa Paşa. Mevlanzade’ye,’’ Rıfat Bey, sen yanlış düşünüyorsun. Said Nursi doğru söylüyor. Kürdistan kurmak değil, Osmanlı İmparatorluğunu’ni yeniden kurmak lazımdır’’ dedi.(2)
Bediüzzaman, bununla birlikte Şark’ta eğitimin tesisi ve canlanması için faaliyetlerinden hiçbir zaman vazgeçmedi. Doğu insanının eğitim yönünden gerekli imkânlara sahip olabilmesi için her zaman ve her vasıtayı kullanarak büyük gayret gösterdi. Doğunun eğitim ve öğretim hizmetleri yönünden kalkınması için büyük önem verdiği Medresetüz Zehra için bütün hayatı boyunca yoğun faaliyetlerde bulundu. Hatta 1922 yılında Ankara’ya, Büyük Millet Meclisinin davetlisi olarak gittiği zaman, bu konuyu yine teklif etmiş ve yüz altmış üç milletvekilinin imzasıyla gündeme alınmasını sağlamıştı. Ancak daha sonra gelişen hadiseler, bu projenin ve iyi niyetli çalışmanın tahakkukuna imkân vermedi. 1919’da kurulan ve İstanbul’da yaşayan ‘’evlad-ı vatan içinde en ziyade nimet-i maariften mahrum bırakılmış’’ olan Kürt çocuklarına bir ilkokul kurmak amacıyla kurulan ‘’Kürt Neşr-i Maarif Cemiyeti’’’ nin on beş kurucu üyesi arasında yer aldı. Bu cemiyet, siyasi bir gaye peşinde olmamakla birlikte, bağımsızdı ve sadece eğitim faaliyetleriyle ilgileniyordu.(3)
Kürt Teali Cemiyeti’nin faaliyetlerine Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından 1921 yılında alınan bir kararla son verilmiştir.


1- Abdulkadir Badıllı. Bediüzzaman Said-i Nursi. Mufassal Tarihçe-i Hayat. Timaş Yayınları. İstanbul. 1991 Sayfa.
2- Mary Weld. Bediüzzaman Said Nursi. Entelektüel Biyografi. Etkileşim Yayınları. İstanbul. 2006. sayfa: 194–196
3- Tarık Ziya Tunaya. Türkiye’de Siyasi Partiler II. Hürriyet Vakfı Yayınları. İstanbul. 1986, sayfa:188



KURTULUŞ SAVAŞINDA KÜRTLER


Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti ile birlikte Kürtlerin ödediği fatura çok ağır oldu. Osmanlı Ordusu içinde savaşan Kürtlerin yanı sıra, Rusların Doğu Bölgesini işgal etmesiyle birlikte Kürdistan’da yaşayan halk çok ağır bir bedel ödemek zorunda kaldı. Köyler yakıldı ve yıkıldı. Bu arada Ermeni çetelerin yaptığı tahribat ve verdikleri zarar çok büyük oldu. Ruslarla birlikte hareket eden ve onlardan güç alan Ermeniler, bağımsız bir Ermenistan kurma hayali ile Müslüman Kürt ahaliye çok büyük zarar verdiler. Daha sonraları imzalanan Mondros Mütarekesi sonucu İngiltere Irak’ın Kuzey bölgelerini işgal etti. İngiltere’nin esas maksadı bu şekilde Petrol bölgesini kontrol altına almaktı. Bu maksadını gerçekleştirmek için bölgede sinsi dolaplar çevirmeye başlayan İngiltere, Osmanlı Devletinin zayıflayarak bölgedeki kontrolünü iyice kaybetmesi için çok yoğun faaliyetlere girişti. Bunun için bölgeye çok sayıda İngiliz ajanı gönderildi. Bu ajanlar bölgede yaşayan ve hilafete bağlı olan Araplar ve Kürtler arasında faaliyet göstererek ırkçılık düşüncesinin halk arasında taraftar bulması için büyük bir propagandaya giriştiler. Bu gibi faaliyetlerin halk arasında taraftar bulmaması için hem Osmanlı Hükümeti ve hem de Kuva-yı Milliye önderleri tarafından da hilafet ve İslam kardeşliği ekseninde bazı çalışmaların yapıldığı bilinmektedir.
Damat Ferit Paşa, sadrazamlıktan istifa etmek zorunda kaldıktan sonra hükümeti kurma görevi Sultan Vahideddin tarafından 2 Ekim 1919 tarihinde Milli Harekete yakınlığı ile bilinen Ali Rıza Paşa’ya verilmiştir. Bu kabinede Milli Mücadeleye destek veren çok sayıda bakan görevlendirilmiştir. Bu hükümet ile Kuva-yı Milliye arasında 20 Ekim 1919 tarihinde Amasya’da çok önemli bir görüşme yapıldı. Bu görüşmeye kabine adına Bahriye Nazırı Salih Paşa ve Padişah Yaveri Albay Naci(Eldeniz), Heyet-i Temsiliye adına Mustafa Kemal, Rauf ve Bekir Sami beyler katılmıştır. İki gün süren görüşmeler sonucunda üçü açık, ikisi gizli olmak üzere beş protokol imzalanmıştır. Bu gizli protokolün önemli maddelerinden birisi şu şekildedir:
’’Milli sınırlar, Osmanlı Devleti’nin Türkler ve Kürtlerle meskûn olan arazisidir. Kürtlerin Osmanlı camiasından ayrılması imkânsızdır. Kürtlerin serbestçe gelişmelerini temin edecek şekil ve surette geleneksel ve toplumsal hukukumuzca müsaadelere mazhar olması dahi desteklenmek ve yabancılar tarafından görünüşte Kürtlerin bağımsızlığı maksadı altında yapılan tezviratın, (dedikoduların) önüne geçmek için de bu hususun şimdiden Kürtlerce malum olması uygun görüldü’’(1)
Bu gerçekten çok önemli bir taahhüttü ve uygulanması halinde gelecekte kurulacak Türkiye Cumhuriyet’inin huzuru için çok önemli bir tespitti. Fakat daha sonraki yıllarda ‘’Kürtlerin serbestçe gelişmelerini temin edecek şekil ve surette geleneksel ve toplumsal hukukumuzca müsaadelere mazhar olması’’ düşüncesi unutulmuş, Türk ırkının üstünlüğü ve egemenliği ile Kürtlerin inkârı düşüncesine dayanan bir politika uygulanmıştı.
Amasya Protokolü’nde bulunan taahhüt ve konuşmaların benzeri Cumhuriyetin kuruluşuna kadar devam etmiş, bu şekilde Kürtlerin Kurtuluş Savaşı’na büyük bir kuvvet ve tam bir bütünlük içinde destek vermeleri sağlanmıştı. 24 Nisan’da Meclis’in açılışının 2. gününde uzun konuşmalar yapan Mustafa Kemal Paşa, Meclis’teki üyeleri tanımlarken şu ifadeleri kullanıyordu:
‘’Yalnız Türk değildir, yalnız Çerkez değildir, yalnız Kürt değildir, yalnız Laz değildir fakat hepsinden mürekkep bir anasır-ı İslamiyedir. Vatandaştırlar, birbirlerine karşılıklı hürmetle bağlıdırlar ve diğerinin her türlü hukukuna, ırki, sosyal, coğrafi hukukuna daima riayetkârdırlar.’’(2)
Mustafa Kemal Paşa’nın Kürt ağa, bey, şeyh ve ileri gelenleri ile yaptığı yazışma ve görüşmelerde, özellikle dini kavramların ve ‘halifelik’’ kurumunun ön plana çıktığı görülmektedir. Büyük Şeyhlerden ‘’Şeyh Ziyaeddin Efendi Hazretlerine’ yazdığı mektup, bunun çok canlı bir örneğidir:
‘’Cenab-ı Hakkın avn-ü inayeti ve Peygamber-i Zişan’ımızın feyz-ü şefaati ile umum milletimizin bir noktada müttehid(birleşmiş) olduğunu ve hukukunu muhafaza ve müdafaaya kadir bulunduğunu cihana göstereceğiz.’’
Yine Malatya’lı Kürt ileri gelenlerinden Hacı Kaya Ağa ve Mustafa Ağa’ya 15 Eylül 1919 tarihinde çekilen telgrafta, Milli Harekete desteklerinden ve vatanperverane hizmetlerinden dolayı teşekkür ediliyor ve şöyle deniyordu:
‘’Sizler gibi din ve namus sahibi büyükler oldukça Türk ve Kürt’ün yekdiğerinden ayrılmaz iki öz kardeş olarak yaşamakta devam edeceği ve Makam-ı Hilafet etrafında sarsılmaz bir vücut halinde iç ve dış düşmanlarımıza karşı demirden bir kale halinde kalacağı şüphesizdir. Cenab-ı Hak, mesainizi meşkûr eylesin.’’
Hazro eşrafından Mehmet Beyefendi’ye gönderdiği 24 Ağustos 1920 tarihli mektup, Mustafa Kemal’in din, ümmet, hilafet gibi kavramları kullanarak ‘’bütün kuvvetleri birleştirmek’’ şeklindeki stratejisini yansıtan örneklerden biridir:
‘’Zat-ı âlileri gibi vatanperver dindaşlarımızın vatani ve fedakârca yardım ve hizmetleriyle vatanımızın ve Hilafet makamının kurtarılmasına yönelik meşru çalışmalarınızda er geç muvaffakiyete nail olacağımız hakkındaki kanaatim sarsılmazdır. Yakında İslam ümmetinin Avrupalı istilacılardan kurtarılması hususundaki başarı haberlerini zat-i âlinize inşallah tebliğ ederim…’’ (3)
Kurtuluş Savaşı’nda yüzlerce Kürt ağa, aşiret reisi ve ileri gelenleri kendi imkânları nispetinde milis kuvvetleri kurarak, bilfiil çatışmalara girmiş ve büyük yararlar sağlamıştır. Doğu’nun savunmasında ve Batı’ya asker gönderilerek Kuva-yı Milliyeye büyük destek sağlayan bu kuvvetlere, tarikat şeyhlerinin çok büyük destekleri ve teşvikleri olmuştur. Güneydoğu’dan 16 müftü, Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinde başkan veya üye olarak görev almıştır. Bediüzzaman’ın yakın dostu Şeyh Masum Efendi, Van Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti başkanı idi. Şeyh Masum Efendi, hiçbir alakası olmadığı halde Şeyh Said hadisesinden sonra Bediüzzaman ile birlikte Batı bölgesine sürgün edilenler arasında bulunuyordu.




1- Taha Akyol, Ama Hangi Atatürk, Doğan Kitap, İstanbul, 2007, Sayfa. 109
2- Taha Akyol, age, Sayfa. 147
3- Taha Akyol, age, Sayfa. 163-164








ŞEYH SAİD OLAYI, TAKRİR-İ SÜKÛN KANUNU VE TAM BİR İSTİBDAT DÖNEMİ UYGULAMALARI


Musul meselesinin ülkede şiddetle tartışıldığı ve ordunun Musul’a girmesinin an meselesi olduğu bir zamanda patlak veren bu hadisenin bütün yönleriyle aydınlatılmış olduğunu söylemek mümkün değildir. Şeyh Said’in evinde 13 Şubat 1925’te yapılan ve çoğu silahlı yedi yüz sekiz yüz kişinin davetli olduğu bir düğüne gelen on beş kişilik bir askeri müfreze, mahkeme tarafından istenen bazı kişilerin düğünde olduklarını belirterek, Şeyh Said’ten kaçakları teslim etmesini istemişler. Şeyh Said bunun üzerine müfreze kumandanına şu şekilde cevap vermiştir:
‘’Siz iki üç gün benim misafirim kalınız. Bu kalabalık dağıldıktan sonra, bunları o zaman size teslim ederim, alıp götürün. Şimdi yedi sekiz yüz silahlı insan topluluğu var. Hepsi de birbirlerinin hısımlarıdır, akrabalarıdır. Siz bunları zorla götürmeğe kalktınız mı, korkarım ki bir niza olur ve nahoş bir netice verir; sizden istirham ederim; üç gün sabırlı olun, arzunuz tamamıyla yerine gelir.’’Müfreze kumandanı; ‘’hayır ben emir aldım, bunları götüreceğim ve beklemem ve hemen neferlerle beraber onların bulunduğu yere gideceğiz, haydi düşün önüme gideceğiz. Mahkeme sizi istiyor’’ der. Aranan kişiler de’’ düğün bitsin sonra geliriz; düğünü yarıda bırakmak ayıp olur’’ derler. Bunun üzerine münakaşa çatışmaya döner, silahlar patlar, her iki taraftan da yaralanan ve ölenler olur. Kendi evinde asker ve subay vurulan Şeyh Said telaşa düşerek, yüksek dağ başındaki köyüne çekilir. Bu sefer Şeyh Said’i almaya gelen kuvvetle, Şeyh Said’in adamları arasında çatışma başlar. Ölü ve yaralılarla mesele büyür.(1)
Daha sonra isyancılar, Palu, Elazığ ve Diyarbakır’ı ele geçirdiler. O sıralarda bu olayların üzerine ılımlı bir şekilde gidilmesini isteyen Fethi Okyar başkanlığındaki hükümet düşürüldü. İsmet İnönü başkanlığında yeni ve sertlik yanlısı bir hükümet kuruldu. Musul’a gönderilmesi söz konusu olan bütün askerler isyan bölgesine gönderildi. Böylece Musul’u işgal etmiş bulunan İngiliz askerleri rahatladı. Bölgeye gönderilen çok sayıda askeri birlik ile hadise çok kanlı bir şekilde bastırıldı. Olayların bastırılması esnasında suçlu-suçsuz çok sayıda kişi öldürüldü. İstiklal Mahkemesi tarafından yargılanan Şeyh Said ve arkadaşları suçlu bulundu ve idama mahkûm edildi. Şeyh Said ve 47 arkadaşı, 29 Haziran 1925’te Diyarbakır’da idam edildi. Cenazeleri toplu olarak büyük bir çukura gömüldü ve kepçelerle üzerleri örtüldü.
İdam edilenler arasında Dersim Milletvekili Hasan Hayri de bulunuyordu. Hasan Hayri, 1. Meclis’te bulunan 72 Kürt milletvekilinden birisiydi. Lozan Barış Görüşmelerinin TBMM’nde müzakere edildiği sırada konu ile ilgili görüşlerini açıklayan Hasan Hayri, Türklerle Kürtlerin bir ve beraber olduklarını ve asla ayrılamayacaklarını savunmuş ve konuyu tarihi seyri içinde ikna edici bir tarzda anlatarak dikkatleri üzerine çekmişti. Bu konuşmasından dolayı kendisini kutlayan Mustafa Kemal, ertesi gün Meclis’e Kürt milli kıyafetleri ile gelmesini istemiş ve bunun üzerine Hasan Hayri de birçok Kürt milletvekili arkadaşıyla beraber, bu şekilde giyinerek Meclis oturumuna katılmışlar ve Lozan Konferansına telgraflar çekerek, Kürtlerin Türklerden ayrılamayacaklarını bildirmişlerdi.(2) Terakkiperver Cumhuriyet Partisi kurulunca, Hasan Hayri bu partiye geçmiş ve parti çalışmaları yapmak amacıyla Elazığ’da bulunduğu bir sırada Şeyh Said hadisesi patlak vermiş, halka olaylara karışmamaları için sükûnet tavsiye etmiş, ancak buna rağmen yakalanarak Diyarbakır İstiklal Mahkemesi’nde yargılanmış ve idama mahkum edilmiştir. Mahkemede ‘’niçin Meclis’e Kürt milli kıyafeti ile geldin’’ sorusuna da muhatap olan Hasan Hayri, Şeyh Said hadisesini yatıştırmaya çalıştığı halde, o sıralar hâkim zihniyete muhalif olan Terakkiperver Cumhuriyet Partisi için çalışmalar yapmak amacıyla Elazığ bölgesinde bulunduğundan, fırsattan istifade ile Mahkeme Başkanı Ali Saip tarafından darağacına gönderilmiştir.(3)
Halifeliğin kaldırılması için sürekli ve sinsi bir şekilde çalışan İngilizlerin, Musul meselesini hal etmek ve ülke gündeminde geri sıralara attırmak için Şeyh Said hadisesini teşvik ettikleri ve bunun için de Halifeliğin kaldırılması konusunu istismar ettikleri ortaya çıktı. Bu teşvik ve destek ile Hilafetin yeniden kurulmasının amaçlanmadığı, bilakis bu hadisenin bahane edilerek din ve dindarların üzerine gidilerek daha da sert tedbirlerin alınması için zemin hazırlandığı şüphe götürmez bir gerçek olarak orta yerde durmaktadır.
Muhalefeti, basını ve din adamlarını ezmek için bahane arayan hükümetin eline Şeyh Said Hadisesi iyi bir malzeme oldu. Binlerce insan bu hadise ile hiçbir münasebetleri olmadığı halde, evlerinden alınarak Batı illerine sürgüne gönderilmiş, yerlerinden yurtlarından edilerek gurbette yokluk ve sıkıntı içinde yaşamak zorunda bırakılmışlardır. Bu olay sebep gösterilerek Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarıldı. Bu kanun, 4 Mart 1925’te çıkarılmış tek maddeden ibaret bir kanundu ve şu şekildeydi:’’ İrtica ve isyana ve memleketin içtimai nizamını, huzur ve sükûnunu, emniyet ve asayişini bozmaya yönelik bütün teşkilat ve tahrikler ve teşvikler ve teşebbüsler ve neşriyat Cumhurbaşkanının tasdikiyle hükümetçe re’sen ve idareten yasaklanabilir.’’ İstismara çok açık ve subjektif bir şekilde yazılan bu kanun maddesi, tek sesliliğin hâkim olduğu bu Meclis’te bile sert tartışmalara konu olmuş, 79 hayır oyuna karşılık ancak 82 oy ile kabul edilebilmiştir. Bu kanun başlangıçta iki yıllık bir süre için çıkarıldı. Daha sonra iki yıl daha uzatıldı.
2 Mart 1929 tarihine kadar dört yıl süren bu yürürlük döneminde, tam bir sindirme ve yıldırma politikası ile anti demokratik birçok icraata imza atıldı. Bu süre zarfında Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması ile ilgili Bakanlar Kurulu Kararnamesi, 2 Eylül 1925’te ‘’büyük irtica hadisesi’’ denilen Şeyh Said Olayı gerekçe gösterilerek çıkarıldı. Bu kararnamede, ‘’bütün tekke ve zaviyelerin istisnasız kapatıldığı, T.C. dâhilinde hiçbir tarikat, derviş, şeyh ve mürid olmadığı ve türbedarlığın kaldırıldığı’’ ifade edilmiştir. Daha sonra da, 13 Aralık 1925’te Resmi Gazete’de yayınlanan ‘’Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar ile Bir Takım Ünvanların Men ve İlgasına Dair Kanun’’ ile bu süreç tamamlanmıştır. Bu kanun ile 600 yılı aşkın bir süre ile Osmanlı devleti’ni idare eden bütün Padişahların, sahabelerin mezarları ziyarete kapatılmış ve bakımsızlık ile yıkılmaya terk edilmiştir. Ayrıca İstiklal Savaşında birer manevi üs olarak kullanılıp, milletinin maneviyatını ve moralini yükselterek zaferin kazanılmasında çok büyük fonksiyon icra eden bütün tekke ve zaviyeler kapatılarak, buraların birçok mensubu hapislere doldurulmuştur. 1 Mart 1950 yılında çıkarılan bir kanunla Türk büyüklerine ait ve sanat değeri bulunan türbelerin ziyarete açılmasına izin verilmiştir. Bu kanunun çıkmasından sonra Hacı Bayram-ı Veli, Hacı Bektaş-ı Veli, Mevlana Celaleddin-i Rumi, Nasreddin Hoca, Ertuğrul Gazi, Akşemseddin, Osman Gazi, Orhan Gazi, Çelebi Mehmet, Süleyman Gazi, Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman, 11. Mahmut, Mustafa Reşit Paşa, Barbaros Hayrettin Paşa, Mimar Sinan, Gazi Osman Paşa, Âşık Paşa, Selçuk Sultanları ve Süleyman Şah’ın türbeleri onarılarak, bir çoğu 14 Mayıs 1950 seçimlerinden önce ziyarete açılmıştır.
Şapka Kanunu, 25 Kasım 1925 tarihinde kabul edildi. 30 Kasım 1925’te TBMM’nde asılı bulunan Şura Suresinin 38. ayeti ‘’onların işleri aralarında istişare iledir’’ yazısı indirilerek, ‘’Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir’’ yazısı asıldı. Medeni nikâh uygulamasına geçildi. ‘’Türkiye Devletinin dini, din-i İslam’dır’’ ibaresi de bu fırsattan yararlanılarak Anayasa’dan çıkarıldı. 10 Nisan 1928 tarihinde, milletvekilleri ve Cumhurbaşkanlığı yemin metinlerindeki ‘’vallahi’’ kelimesi çıkarılarak, ‘’ namusum üzerine söz veririm’’ ifadesi eklendi. TBMM’nin vazifeleri arasında bulunan ‘’şeriat hükümlerinin yerine getirilmesi’’ hükmü de bu değişiklik ile birlikte Anayasa’dan çıkarıldı.
Yoruma ve istismara çok açık olan bu kanun ile çok büyük baskı, haksızlık ve zulümlerde bulunuldu. CHP’nin Lozan politikasına karşı çıkan Tevhid-i Efkâr, Sebilürreşad, Son Telgraf, Tanin, Orak-Çekiç, Vatan, İstiklal ve Aydınlık gibi gazeteler kapatılmıştır. Aynı zamanda Velid Ebuzziya, Abdulkadir Kemali Öğütçü, Eşref Edip, Ahmet Emin Yalman ve Suphi Nuri gibi gazetecilerde Elazığ İstiklal Mahkemesinde yargılanmıştır. Bu gazetelerin kapatılması, yazarların ve gazetecilerin yargılanması ile birlikte basın büyük bir baskı altına alınmış ve neredeyse hükümetin icraatlarını tenkit eden muhalif en ufak bir imaya bile izin verilmemiştir. Takrir-i Sükûn Kanunu, Şeyh Said Hadisesi bahane edilerek çıkarılmış olmakla birlikte, çok geniş bir sahada uygulanmış, muhalefeti bütünüyle susturmak için bir silah olarak kullanılmıştır.
Ankara’da kendisine yapılan teklifleri kabul etmeyip Van’a giden ve burada iki yıla yakın bir süredir birkaç talebesi ile birlikte ilmi çalışmalarına devam eden Bediüzzaman Said Nursi, Şeyh Said hadisesi ile hiçbir alakası olmadığı ve Şeyh Said’in yardım çağrısına ‘’dâhilde ki hareket menfi olmaz. Bu zamanın gereği cihad-ı maneviyedir. Millet tenvir ve irşad edilmelidir. Siz de bu hareketinizden vazgeçiniz. Çünkü neticesiz akim kalacaktır’’ diye cevap vererek katılmadığı ve vazgeçirmeye çalıştığı halde, Van’daki ikametgâhından alınarak Erzurum-Trabzon-İstanbul ve Antalya yolu ile Burdur’a sürgüne gönderilmiş ve burada mecburi ikamete tabi tutulmuş, bu sürgün ve mecburi ikamet hayatı kesintisiz olarak yirmi beş yıl kadar sürmüştür.

1-Yakın Tarih Ansiklopedisi, 9. Cilt, Sayfa:130
2-Dr. Muhammed Nuri Dersimi, Dersim Tarihi, Eylem Yayınları, İstanbul, 1979, Sayfa: 163–164
3-Yeni Nesil Gazetesi, 3 Haziran 1989


İSTİKLAL MAHKEMELERİ

İstiklal Mahkemeleri, ilk olarak Meclis’te 11 Eylül 1920 tarihinde asker kaçaklarının yargılanması amacıyla kuruldu. Asker kaçaklarının yargılanması ve firarların önlenmesi amacıyla bu dönemde sekiz adet İstiklal Mahkemesi kuruldu. 26 Eylül 1920’de bu mahkemelerin görev alanı genişletilerek, Hiyanet-i Vataniye Kanunu kapsamında işlenen suçlar da, bu mahkemelerin görev alanına dâhil edildi. Asker kaçağını önüne kısa sürede geçilmesi ile birlikte Ankara İstiklal Mahkemesi dışındaki diğer yedi mahkeme dört ay sonra kapatıldı. İhtiyaca göre bu mahkemelerden bazıları yeniden faaliyete geçirilmiştir.
Daha sonra İstiklal Mahkemeleri Kanunu, 31 Temmuz 1922 tarihinde farklı bir şekilde kabul edilmiş, buralara savcılar atanmış ve sanıklar için verilen kararların TBMM’ne itiraz etme hakkı verilmiştir. Devletin iç ve dış güvenliği ile ilgili olarak işlenen suçlar ile memurların yetkilerini kötüye kullanmaları ile ilgili suçlar da, bu mahkemelerin görev alanlarının içine alınmıştır. Bu kanun ile idam kararlarının onayı da Meclis’ e bırakılmıştır. Cumhuriyet’in ilanından sonra ilk İstiklal Mahkemesi 8 Aralık 1923’te İstanbul’da kurulmuş, bu mahkeme, daha çok basınla ilgili davalara bakmış ve hilafeti destekleyen basın organlarına gözdağı verilmiştir.
1925 yılında Şeyh Said Hadisesi nedeniyle çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu’na dayanılarak, Bakanlar Kurulu kararı ile İstiklal Mahkemeleri yeniden kurulmuş, yapılan bir başka değişiklik ile idam cezalarının Meclis’in onayına gerek kalmadan uygulanması yetkisi de, kesin olarak bu mahkemelere devredilmiştir. Biri Ankara’da sabit, diğeri de gezici olmak üzere iki adet İstiklal Mahkemesi kurulmuştur. Şark İstiklal Mahkemesi Başkanlığına Mazhar Müfit(Kansu), savcılığına Ahmet Süreyya (Örgeevren), üyeliklerine de, Avni(Doğan), Ali Saip(Ursavaş) ve Lütfi Müfid Beyler getirilmiştir. Bu mahkemelerde kanun ve hukuk dışı ve tamamen keyfi olarak, çok kısa süren ve derin tahkikatlara dayanmayan muhakemeler sonucu çok sayıda vicdan sızlatan karar verilmiş ve bunlar hemen uygulanmıştır. Burada verilen idam kararları TBMM’nde onaylanmaya gerek duyulmaksızın hemen infaz ediliyordu.
İstiklal Mahkemelerinde, birçok çirkin dolabın çevrildiği, bu mahkemelerin hukuki olmaktan ziyade siyasi olduğu, rüşvet ile iş görüldüğü, para veren kişilerin idam ve cezadan kurtulduğu iddia edilmiştir. Yazar İsmail Beşikçi’nin Kemalist Şeyh diye isimlendirdiği Van Milletvekili İbrahim Arvasi, ‘’Tarihi Hakikatler’’ isimli hatıra kitabında naklettiğine göre, Mahkeme Üyesi olan ve bir ara başkanlık da yapan Urfa Milletvekili Ali Saip Ursavaş’ın; bu görevi sırasında büyük bir servet edindiği, Ankara’ya 60 bin altın ile döndüğü ve netice itibariyle Şark vilayetlerinde kulplu kulpsuz altının kökünün kesildiği ifade edilmiştir. (1)
İstiklal Mahkemeleri bu şekilde 3 Kasım 1926 tarihine kadar çalışmalarına devam etmişler, 4 Mayıs 1949 tarihinde ise, yapılan bir teklif sonucu bu mahkemeler TBMM tarafından kaldırılmıştır.
İstiklal Mahkemelerinde yaşanan hukuk dışı uygulamaları cesur bir şekilde mahkeme sırasında ifade eden, I Meclis’teki II. Grubun kurucularından Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Ulaş, mahkeme sonunda beraat edince, mahkeme heyetinin yüzüne şu sözleri haykırmış ve bunun neticesinde ömür boyu ‘’polis gözetiminde ikamet’’ cezasına çarptırılmıştır:
’’Bütün namuslu adamları astınız. Beni neden beraat ettiriyorsunuz? Yoksa namusumda bir leke mi gördünüz?’’(2)

1- Yakın Tarih Ansiklopedisi, 9. Cilt, Sayfa:131
2- Ahmet Kabaklı, Temellerin Duruşması, Sayfa: 274



İSLAMIN YERİNE ULUSALCILIK VE IRK DÜŞÜNCESİNİN İKAME EDİLMESİ GAYRETLERİ


Bu dönemim önde gelen özelliklerinden birisi de, devlet yönetimine egemen olanların çok katı milliyetçi ve ırkçı zihniyetleridir. Kafatasçılık, resmi bir ideoloji gibi uygulanmış, bütün eğitim sistemi bu esas üzerine şekillendirilmiştir. Mustafa Kemal’in yakın arkadaşlarından ve soyadını kendisinin verdiği Adalet Bakanı Prof. Dr. Mahmut Esat Bozkurt, 19 Eylül 1930 tarihinde Milliyet Gazetesine verdiği bir demeçte şunları söylüyordu: ‘’Benim düşüncem şudur: Herkes, dostlar, düşmanlar ve dağlar, bu ülkenin efendisinin Türkler olduğunu bilmelidir. SAF TÜRK OLMAYANLARIN, TÜRK ANAVATANINDA SADECE BİR TEK HAKLARI VARDIR: HİZMETKÂR OLMA HAKKI, KÖLE OLMA HAKKI.” (1)

Bu dönemde dinin yerine millet fikrinin yerleştirilmesi için büyük gayret gösterilmiş, bu durum devletin resmi görüşü haline getirilmiştir. Dinle alakası olmayan, tamamen dünyevi- milli kaygı ve düşüncelerle dolu yeni bir neslin yetiştirilmesi için büyük çaba sarf edilmiştir. Bu çalışmaların, doğrudan doğruya Mustafa Kemal’in şu ifadelerinden cesaret aldığını söyleyebiliriz:’’Dünyaca bilinmektedir ki, bizim devlet idaresindeki ana programımız Cumhuriyet Halk Partisi programıdır. Fakat bu prensipler gökten indirildiği sanılan kitapların doğmalarıyla asla bir tutulmamalıdır. Biz, ilhamımızı gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan alıyoruz.’’
Bu dönemin önde gelen özelliklerinden birisi de, herhangi bir dini hükmün kaldırılması için bir teşebbüste bulunulacağı zaman, bunların din adamı kimliği ile bilinen kişilere yaptırılmasıdır. Dinini dünyaya satan, makam, mevki ve maddi menfaatlerini kaçırmamak için her türlü tavizi verecek ve her denileni sorgusuz sualsiz yapacak çok sayıda sözde din adamı mevcuttu. ‘’Atatürk’le Üç Ay’’ adlı kitabın yazarı Ahmet Hamdi Başar bu üzüntü verici durumu şöyle anlatıyordu:
’’ Mürteci ve dindar gözükmemek için herkes elinden geleni yapıyordu… İki eski hoca mebus vardı ki, dalkavuklukta herkesten ileri gidiyorlardı. Bunlardan biri Allah’a küfrediyor, öteki cami ve mescitlere umumi bütçeden verilen tahsisatın Halkevlerine devredilmesini istiyordu.’’(2) Hilafetin kaldırılması ile ilgili kanun teklifi Urfa Mebusu Şeyh Saffet Efendi imzası ile Meclis Başkanlığına verilirken, din adam kimliği ile bilinen Eskişehir Mebusu Abdullah Azmi ve Konya Mebusu Musa Kazım Efendi’ler de Şer’iyye Vekâletinin kaldırılmasını hararetle destekliyorlardı.
Burada şu hususu da belirtmeden geçmemek gerekir. Din adamlarından bazılarının dünya menfaati için böyle gülünç durumlara düşürüldüğü ve böylece halkın nazarında dinin küçültülmek istendiği bir ortamda, 1922 yılının Kasım ayının sonlarında Ankara’ya ısrarlı davetler sonucu gelen ve Meclis’te resmi hoş geldin töreni ile karşılanarak bir konuşma yapan Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerine de birçok tekliflerde bulunuldu. Şeyh Sünusi yerine üç yüz altın maaş ile Şark Umumi Vaizliği, Diyanet İşleri Riyasetinde azalık, milletvekilliği ve Diyarbakır’da bir köşkten oluşan bu tekliflerin perde arkasındaki niyeti sezen Bediüzzaman Hazretleri, bunların hepsini elinin tersiyle itmiş ve gerçek bir din âliminin nasıl davranması gerektiğinin en mümtaz ve muhteşem bir örneğini sergilemiştir. Belki bu tavır sayesindedir ki, din halkın nezdinde muteber ve mukaddes yerini korumuş, arif olan halk dahi, böylece gerçek din âlimleri ile dalkavuk din âlimlerinin ayırımını yapabilmiştir.
Bediüzzaman Hazretlerine Ankara’da bulunduğu süre içerisinde milletvekilliği, Diyanet İşleri Başkanlığında üyelik, üç yüz lira maaş ile Şeyh Sünusi yerine Şark’ta Umumi Vaizlik teklif edilir. Bediüzzaman Hazretleri bu tekliflerin hiçbirisini kabul etmez ve Ankara’dan ayrılarak Van’a doğru hareket eder.
Şeyh Sünusi, Kuzey Afrika’da büyük bir etki alanı bulunan Sünusi Tarikatı’nın lideridir. Kurtuluş Savaşına destek olmak amacıyla 15 Kasım 1920 tarihinde Ankara’ya gelmiş ve burada Mustafa Kemal başta olmak üzere ileri gelenler tarafından büyük bir teveccühle karşılanmıştır. Şeyh Ahmed Sünusi onuruna 25 Kasım 1920 tarihinde Meclis’te büyük bir yemek veriliyor. Şeyh Ahmed Sünusi, İstanbul’daki Amerikan Temsilciliği tarafından kaleme alınan bir rapora göre, muhtemel bir Kürt ayaklanmasını önlemek için, Kürtlerin yoğun olarak oturduğu bölgeye ‘’genel vaiz’’ unvanı ile gönderiliyor. Burada halka özellikle Mustafa Kemal Paşa ile ilgili olarak gördüğü ve O’na kutsiyet atfeden rüyaları anlatarak bağlılık temin etmeye çalışıyor. O zamanlarda dindar Kürt halkı üzerinde bu rüyaların çok büyük bir etkisi oluyor. Sivas, Diyarbakır, Mardin, Urfa ve Elcezire bölgesinde vaazlar veren Şeyh Sünusi Efendi, her gittiği yerden Mustafa Kemal’e telgraflar göndererek, ‘’halka gerekli dini öğütleri verdiğini, Milli Hareketin bir cihad olduğunu ve İslâmiyetin kurtarıcısı olan ordumuzu desteklemenin herkese farz olduğunu anlattığını’’ yazıyor. Mustafa Kemal, 12 Haziran 1921’de Diyarbakır’da bulunan Sünusi’nin bayramını telgrafla kutlayarak, ‘’İslam’ın kurtuluşu gayesine yönelik olan mevcut mücahedenin muvaffakiyeti için dualarınızı niyaz ederim’’ istirhamında bulunuyor. Güçlü aşiret reislerini milli mücadeleye katılmaya ikna eden Şeyh Sünusi, Urfa’da büyük bir katılım ile bir kongre düzenliyor. Her gittiği yerde beyazlara sarınmış olarak Libyalı kıyafeti içinde, ruhani havasıyla verdiği vaaz ve hutbeler çok etkili oluyor.(3) Ancak, Kürtçe lisanını bilmeyen ve konuşmaları tercüme edilen Şeyh Sünusi’nin etkisi sınırlı kalıyor. Şeyh Sünusi, İslam âlemi ve Arap dünyasının, Milli Kurtuluş hareketine destek vermeleri için çok önemli çalışmalarda bulunuyor. Bediüzzaman Hazretleri, Şeyh Sünusi yerine Diyarbakır’da bir köşk ve 300 lira altın karşılığı olara teklif edilen ‘’umumi vaizlik’’ görevini rahat ve müstakil çalışamayacağı düşüncesiyle kabul etmiyor.
Bu dönemde çoğunluğu din adamlarından oluşan ve aralarında İzmirli İsmail Hakkı ve Şerafettin Yaltkaya gibi tanınan kişilerin de bulunduğu bir kurula ‘’İslamiyeti Islah Projesi ve Layihası’’ hazırlatılarak, Camilere sıraların konulması, buralara ayakkabı ile girilmesi, ibadetlerin Türkçe yapılması, mabetlere musiki aletlerinin konulması istenmiştir. Bu düşünceler gerçekleştirilmiş olsaydı, İslamiyet, İslamiyet olmaktan çıkacak ve tamamen Hıristiyanlığa benzeyecekti. Bu düşüncelerin büyük bir çoğunluğu uygulama sahasına konulamadı. Belki halktaki tepkinin şiddeti kestirilemediği için böyle bir teşebbüse geçilemedi. Yalnız Türkçe ezan ve kamet kabul edilerek uygulanmaya başlanmış, fakat hiçbir surette halk nezdinde kabul görmeyerek, 14 Mayıs 1950 yapılan ilk demokratik seçimin ardından iktidara gelen Demokrat Parti’nin ilk icraatı olarak 16 Haziran 1960 tarihinde uygulamadan kaldırılacak, ezan ve kamet yeniden aslı gibi okunmaya başlanacaktı.
Dinin yerine ırkın yerleştirilmesi gayretlerinin bir sonucu olarak bu konularda çalışmalar yapmak üzere, 12 Nisan 1931’de Türk Tarih Kurumu, 12 Temmuz 1932’de ise Türk Dil Kurumu kuruldu. Tarih yeniden yazıldı. Bu tarih kitaplarında topyekûn muhteşem bir geçmiş ile din en bayağı ifadelerle kötülendi. 1928 yılında Cumhuriyet Gazetesi tarafından ilk güzellik yarışması düzenlendi. 1932 yılında Keriman Halis, dünya güzeli seçilince Atatürk bu olaya çok sevinmiş, Keriman Halis’i tebrik ederek, ‘’Bu güzel Türk kızımız, ırkının tabii güzelliğini dünyaya tasdik ettirmiştir’’ diyerek duygularını ifade etmiştir. 30 Ocak 1932tarihinden itibaren ezanın Arapça okunması yasaklanarak Türkçe okunmaya başlandı. Bu dönemde ilk Türkçe hutbe Atatürk’ün emri ile sanatçı Yusuf Nalkesen tarafından başı açık bir şekilde ve frak giyilerek Süleymaniye Camii’nde okunmuş, saz takımı eşliğinde ilk Türkçe Kur’an’da Dolmabahçe Sarayı’nda Atatürk’ün huzurunda okunmuş ve Atatürk de buna katılmıştır. (4) 19 Şubat 1932’de Halk evleri açıldı. Buralarda, devlet görevlilerinin eşleriyle birlikte katılmak zorunda oldukları ve su gibi içki tüketilen balolar ve toplantılar yapıldı. Halk Evleri en ücra köşelere kadar yaygınlaştırıldı. Bu evler vasıtasıyla ilke ve inkılâplar halka benimsetilmeye çalışıldı.
Mustafa Kemal’in emriyle yazılan ve Çankaya Kütüphanesi’nde bulunan, Ruşeni Barkur’a ait ‘’Din Yok, Millet Var’’ isimli eserde ‘’İslam’ın yerine milliyetçiliğin geçirilmesi’’’ düşüncesi heyecanla savunulmaktadır. Bu esere, Atatürk el yazısı ile, ‘’aferin, alkışlar’’ gibi notlar yazmıştır. Bu kitapta, ‘’Bizim kutsal kitabımız, bilgiyi esirgeyen, varlığı taşıyan, mutluluğu kucaklayan, Türklüğü yükselten ve bütün Türkleri birleştiren ‘’ulusalcılığımızdır’’ O halde felsefemizde din sözcüğünün tam karşılığı ‘’ulusalcılık’’tır. Yüksek bir ulusun, ulusalcı bireyleri, ak günde mutlu, kara günde dayanıklı ve kanlı günde ezicidir. ‘’ gibi çarpıcı görüşlere yer verilmiştir. Refik Ahmet Sevengil, ‘’Allah’ı, sultanla birlikte tahtından indirdik. Bizim mabetlerimiz fabrikalardır.’’ diyebilmiştir. Abdurrahman Dilipak’ın ‘’Bir Başka Açıdan Kemalizm’’ adlı kitabında belirttiğine göre, Amentü’ya benzetilen ‘’Türk’ün Yeni Amentüsü’’ adlı bir düzmece, resmen yayınlanmıştır. Türk’ün Yeni Amentüsü, aynen şöyle idi:
‘’Kahramanlık örneği olan ve vatanın istikbalini yoktan var eden Mustafa Kemal’e, onu cengâver ordusuna, yüce kanunlarına, mücahit analarına ve Türkiye için ahiret günü olmadığına iman ederim. İyilikle fenalığın insanlardan geldiğine, büyük milletimin medeni cihanda en büyük mevkii kazanacağına, hamaset destanlarıyla tarihi dolduran kudretli Türk ordusunun birliğine ve Gazi’nin Allah’ın sevgili kulu olduğuna kalbimin bütün hulusuyla şehadet eylerim.’’
Kemalettin Kamu, milleti ve Kemalizmi din yerine koyma gayretlerini çok çirkin bir noktaya kadar taşıyabilmiştir:
‘’Ne örümcek, ne yosun.
Ne mucize, ne füsun.
Kabe Arab’ın olsun.
Bize Çankaya yeter.’’
Mustafa Kemal’i, Peygamber yerine koymanın çirkin örneklerinden birisi de, Şair Behçet Kemal Çağlar’ın, Süleyman Çelebi’nin Mevlid’inin çok çirkin ve gülünç bir taklidini yazarak düştüğü durumda görebiliriz.
Halil Bedii Yönetken isimli bir zavallı da iyice zıvanadan çıkarak, Atatürk’ü ilahlaştırmaya kadar götürebilmişti:
‘’Tanrı gibi görünüyor her yerde
Topraklarda denizlerde göklerde
Gönül tapar, kendisinden geçer de
Hangi yana göz bakarsa Atatürk.’’
‘’Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Halıkı M. Kemal’’ başlıklı bir yazı yazan Suat Tahsin ise, kendisini çok zavallı bir duruma şu cümlelerle düşürüyordu:
‘’Muhammed büyük bir mürşid, Aristo âlemşümul bir filozof, İskender muhteşem bir asker, Bismark yaman bir siyasi, Lenin dehşetli bir inkılâpçı, Danton büyüleyici bir hatip ve fakat Mustafa Kemal bir fevkedehadır. Çünkü Muhammed’den ve Aristo’dan, İskender’den ve Bismark’tan, Lenin ve Danton’dan vücut bulmuş ve mucizeli Türk milletinin sülbünden yaratılmış bir varlıktır.’’(5)
1934 yılında kabul edilen 2590 sayılı kanun ile ‘’ağa, hacı, hafız, hoca, paşa, , molla, efendi, bey, beyefendi, hanım, hanımefendi ve hazretleri’’ gibi lakap ve unvanların kullanılması yasaklandı. Bu kanunun görüşmeleri esnasında bile kanunu hararetle savunmak için kürsüye çıkan birçok milletvekili, konuşmaları esnasında bu kelimeleri kullanıyor, sonra bunun farkına varınca düzeltmek için gayret gösteriyor ve bu şekilde çok komik manzaralar ortaya çıkıyordu. Kanunu hazırlayıp Meclis’e sunan Dâhiliye Vekili Şükrü Kaya, sunuş konuşmasında şunları ifade ediyordu:
’’ Arkadaşlar, eski devirlerden kalma bugünkü demokrasi esasına uymayan bazı lakaplar, unvanlar, rütbeler, nişanlar, madalyalar var. Bunların bir an evvel resmi belgelerden ve kanunun karşısından kaldırılması, inkılâbımıza uygun bir hareket olacaktır. ‘’(6)
Dr. Abdullah Cevdet tarafından Meşrutiyet döneminde tercüme edilen, ancak o zamanlar yayınlanması mümkün olmayan, dine ve Allah inancına şiddetle karşı çıkan ‘’Akl-ı Selim’’ isimli kitap da, 1928 yılında teşvik edilen bu yeni anlayış çerçevesinde yayınlanabilmişti. Aynı yazar tarafından daha önceleri de İslam düşmanlığı kokan ‘’Tarih-i İslamiyet’’ isimli kitabı tercüme etmiş ve yayınlamıştı. 1904 yılından 1932 yılına kadar aralıksız olarak yayınladığı ‘’İçtihad’’ isimli dergide, materyalist düşünceleri sinsice yaymaya çalışan Dr. Abdullah Cevdet, asıl şöhretini ‘’damızlık erkek’’ meselesinde edinmişti. ‘’Türk soyunu güçlendirme ve gürbüzleştirmek için’’ Macaristan gibi ülkelerde damızlık erkek getirtilmesini isteyecek kadar din ve namus konularına yabancı ve düşman durumuna düşen, aynı zamanda Harf inkılâbının çok ateşli savunucularından olan Abdullah Cevdet, bu düşüncesinin ortaya çıkmasından sonra gözden düşmüş ve tarihin ibret sayfalarındaki yerini almıştır.
Bu dönemin ırkçı uygulamalarının en çarpıcı örneklerinden birisi de, 1934 yılında çıkarılan ‘’İskân Kanunu’dur. Bin yıldan fazla bir zamandır bir arada ve kardeşçe yaşayan Türkler ile Kürtler arasına ayrılık tohumları eken ve birliği sağlama iddiasıyla ortaya çıkıp bölücülüğü körükleyen bu kanun ile faşist zihniyetin en zalimane örnekleri verilmiş, insanlar yerlerinden yurtlarından edilerek, başka yerlerde yaşamak zorunda bırakılmışlar ve bu şekilde asimile edilmek istenmişlerdir. Bu kanunun gerekçesinde aynen şöyle denilmekteydi: ‘’Yine dâhili iskân safahatı cümlesinden olarak ana dili Türkçe olmayan nüfus terakümlerinin (yığılmalarının) menni’ne ve mevcutlarının dağıtılması şekillerine ve bu suretle hars vahdetinin korunmasına ait tedbirlerin ittihaz ve tatbiki için hükümete kanuni selahiyet alınması düşünülmüştür.’’ 27 Nisan 1934 tarihli İskân Kanunu Muvakkat Encümeni Mazbatasında ise şunlara yer verilmekteydi:
‘’… Maksat, bunların süratle anadillerini unutması, Türklerle karışması olduğundan, büyük köylerde bir mahallede veya birbirine komşu ve kolaylıkla toplanır bir yerde olmamak şartıyla oturtulmalarında beis görülmemiştir.’’Bu kanun uygulamaya konularak insanlar köylerinden uzaklaştırılmış, akrabaları ile bir araya gelmeleri engellenmiş, memleketlerinden çok uzak ve yabacısı oldukları yerlere gönderilerek süratle anadillerini unutmaları sağlanarak Türkleştirilmeye çalışılmış ve böylece bütünüyle ırk hakimiyetine dayalı bir düzen kurulması amaçlanmıştır. Bu kanunu savunan Dâhiliye Vekili Şükrü Kaya, şunları söylüyordu: ‘’Bu kanun tek dil konuşan, bir düşünen, aynı hissi taşıyan bir memleket yapacaktır.’’ (7) Bu kanunun bütünü bir ibret belgesi olarak arşivlerde yerini almış olsa bile, buna dayanılarak doğunu çeşitli bölgelerinde oturan, özellikle eşraf sayılan ağa, bey, seyid, molla ve şeyhler, aileleri ile birlikte ve bazen de aileler parçalanarak Batı Anadolu’nun farklı bölgelerinde mecburi iskana tabi tutulmuşlar, köyleri ve toprakları ellerinden alınmış, yerleştikleri bölgelerde de büyük maddi ve manevi sıkıntılara maruz kalarak yaşamak zorunda bırakılmışlardır.
Din yerine millet düşüncesinin toplum hayatına tamamen hâkim olması için, en büyük gayretler Milli Eğitim alanında gösterildi. 1926 yılında bütün orta dereceli okullarda din dersleri kaldırıldı. Okullarda okutulan kitaplarda dini mefhum ve inançlar inkâr ediliyor, her şey madde ve tabiat kavramı ile izah ediliyor, insanların maymunda geldikleri iddia ediliyor, böylece zayıflayacak ve yok olacak dini anlayışın yerine ırk düşüncesinin yerleştirilmesi için zemin hazırlanıyordu. Allah’ı ve İslam’ın mukaddes saydığı bütün değerlerin, okutulan ders kitaplarında nasıl inkâr edildiği ve alaya alındığına dair olarak geniş bilgi, Yakın Tarih Ansiklopedisi’nin 6. cildinde detaylı olarak incelenebilir.

1-Engin Ardıç, Sabah Gazetesi, 2 Mart 2008
2-Ahmet Kabaklı, Temellerin Duruşması, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul, 1990, Sayfa:219
3-Taha Akyol, Ama Hangi Atatürk, Doğan Kitap, İstanbul, 2008, Sayfa. 194–197
4-Abdurrahman Dilipak, Bir Başka Açıdan Kemalizm, Beyan Yayınları, İstanbul, 1988, Sayfa: 161,162, 217
5-Ahmet Kabaklı, age, Sayfa: 213–218
6-Yakın Tarih Ansiklopedisi, 1. Cilt, Yeni Nesil, İstanbul, Nisan, 1988, Sayfa:256
7-Yakın Tarih Ansiklopedisi, 10. Cilt, Sayfa: 50



DERSİM OLAYI

Cumhuriyet Tarihimizin en dramatik sayfalarından birisi de, Dersim’de yaşanan hukuk ve insanlık trajedisidir. Bu konu ile ilgili olarak yaşanan facianın bütün yönlerinin ortaya çıkmasına izin verilmemiş ve hadise tarihin sisli sayfaları arasında bırakılmıştır.
1928 yılında merkezleri Diyarbakır, Erzurum, Trakya ve Elazığ olmak üzere dört adet ‘’Umumi Müfettişlik’’ kuruldu. Bu müfettişliklerin esas amacı devletin otoritesini yerleştirmek ve bunun için de gerekli teşkilatlanmayı sağlamaktı. Dört müfettişlikten üçü Doğu illerinde kurulmuş ve bunlar da, halkın ‘’Türkleştirilmesini’’ esas gaye edinmişlerdi. Bu maksatla, bu müfettişlikler tarafından bu illerde yaşayan, ağa, bey, hoca, şeyh, müftü, seyit ve bütün ileri gelenler, bir yolu bulunup Batı illerine sürgüne gönderildi. Bu tehcir sırasında binlerce insan yollarda öldü ve büyük sıkıntılar yaşandı. Sağ salim yerleştirilecekleri bölgelere ulaşan insanlar ise buralarda çok büyük sıkıntılarla karşılaştılar. Bu icraatlar bölgeyi karıştırmaktan başka bir işe yaramadı.
1929 yılında Elaziz Valiliğine Fahri Paşa atandı. Deli Fahri Paşa olarak nam salan bu şahıs, bölgede büyük bir baskı ve terör uygulayarak halkı sindirmeye çalıştı. Dersim’in ileri gelen şahsiyetlerinden Seyit Rıza, bu baskı ve zulümler çeşitli yollarla Ankara’ya ulaştırmaya çalıştı. Fahri Paşa’nın üç yıllık valiliği bütün baskı ve zulümlere rağmen başarısızlıkla sonuçlandı. 1932 yılında bölgeye Sivas Valisi Vehbi Bey atandı. Aynı zamanda dört yıl boyunca 1. Bölge Müfettişi olarak görev yapan Dr. İbrahim Tali Öngören de vazifeden alındı.
25 Aralık 1935 tarihinde çıkarılan ve 2 Aralık 1936 tarihinde yürürlüğe giren bir kanun ile Dersim Bölgesi’nde, ‘’Tunceli Vilayeti’’ kuruldu. Bu kanun ile bu ilin vali ve diğer yöneticilerine, diğer illerde bulunmayan olağanüstü yetkiler verildi. Buna göre, İlin Valisi ve Kumandanı uygun gördüğü kişileri, il içinde başka yerlere sürgün edebiliyor, hatta il sınırları dışına çıkarabiliyordu. Yine aynı kanuna göre verilen idam kararlarının gecikmeden infaz emri de, Vali ve Kumandanın yetkisine bırakılıyordu. Bu anti demokratik kanun ile büyük su-i istimaller ve zulümler yaşandı. Bu icraatlar ile halktaki tepki her geçen gün büyüdü. Dört yıllık süre için çıkarılan bu kanun, öngörülen maksat gerçekleşmeyince, iki yıllık süreler halinde üç sefer uzatıldı ve 31 Aralık 1946 tarihine kadar yürürlükte kaldı.
Daha sonra Dersim’e Vali ve Kumandan olarak Korgeneral Abdullah Alpdoğan tayin edildi. Genel bütçeden büyük miktarda ödenek ayrılarak bölgede; kışla, karakol, köprü, hükümet konağı, okul, lojman ve yol yapımına büyük bir hız verildi. Bu hareketlilik, büyük bir operasyonun habercisi idi. Halktaki tedirginlik gözle görülür derecede arttı. Vali Alpdoğan, halktan 200 bin tüfeğin kendilerine teslim edilmesini istedi. Bu gerginlik ve tahriklerin sonucu 1937 yılının baharında bazı aşiretlere silah ve vergi toplama bahanesiyle karşı başlatılan operasyonlarda bazı sürtüşmeler yaşandı. Esas kıvılcım, Yusufan aşireti üzerine gönderilen bir müfreze de bulunan bazı askerlerin, bir köylü kıza tecavüz etmesiyle parlamıştı. Bunun üzerine bazı aşiret mensupları müfrezeye hücum etmişler ve böylece Mazgirt bölgesinde çatışmalar başlamıştı. Hozat bölgesinde ise Seyir Rıza’nın oğlu İbrahim,Vali Alpdoğan’ın yakın adamı Kurmay Binbaşı Şevket tarafından hazırlanan bir suikast sonucu öldürüldü. Aşiretler, operasyonlara gelen askeri birliklere karşı koymaya başladılar. Karakollara bazı baskınlar yapıldı. Bu şekilde bütün bölgeye yayılan olayların üzerine çok sert bir şekilde gidildi. Toplu katliamlar yapıldı. Basına çok şiddetli bir sansür uygulandı. Bölge ve olaylarla ilgili hiçbir haberin yayınlanmasına izin verilmedi. Olaylarla birlikte tenkil olayları büyük bir hız kazandı. Köylerinden alınan insanlar Ege ve Trakya bölgelerine gönderildiler. Tekrar dönmelerinin önünü kesmek için köyler tahrip edildi. Mallarına ve hayvan sürülerine el konuldu.
Dersim’deki aşiretlerin liderliğini Seyit Rıza, sevk ve idarelerini de yeğeni Alişer yapıyordu. Kurmay Binbaşı Şevket, amcasıyla anlaşamayan Seyit Rıza’nın yeğeni Rehber’i binlerce lira karşılığında elde etti. Amcasıyla arasının düzeldiği görüntüsünü vererek aralarına karıştı ve Alişer’i öldürdü. Rehber’de daha sonra Genelkurmayın emriyle kurşuna dizilmiştir.(1) Çok yoğun askeri birliklerin karadan ve havadan yaptığı saldırılar sonucu çok sayıda aşiret mensubu ile birlikte vatandaş öldürülmüş, bölge büyük çapta kontrol altına alınmıştı. Kış mevsiminin bastırması ile birlikte Seyit Rıza Munzur dağlarına çekilmişti. Kış aylarında bölgede operasyon yapmanın zorluğunu bilen Erzincan Valisi, Seyit Rıza’ya haber göndererek orduya ateşkes emri verildiğini, Dersim’lilerin isteklerinin kabul edileceğini bildirerek Erzincan’a gelmesini talep etti. Bu şekilde iki yardımcısı ile birlikte Erzincan’a gelen Seyit Rıza tutuklandı ve burada sorgulandıktan sonra Elazığ’a götürüldü. Burada yapılan muhakeme neticesinde aralarında Seyit Rıza ve oğlu Hüseyin ile birlikte çoğunluğu aşiret reisi olan 11 kişi 18 Kasım 1937 sabahında Elazığ’da idam edildi.
1938 yılının bahar mevsimi ile birlikte harekât, geniş çaplı olarak yeniden başladı. İsmet İnönü’nün yerine Başbakanlığa da Celal Bayar atanmıştı. Bu son harekât Mareşal Fevzi Çakmak, Orgeneral Fahrettin Altay ve Korgeneral Mustafa Muğlalı tarafından bölgeden takip ediliyordu. Bu son harekat ile, mesele kökünden hal edilmek isteniyordu ve çok sayıda masum insan da, bu amaçla yakılarak, bombalanarak ve kurşuna dizilerek öldürüldü. 28 Ağustos 1938’de biten Dersim Harekâtı ile birlikte, geriye çok büyük acılar ve devlete çok büyük küskünlükler kaldı. Bu olaylar esnasında ölen ve yaralanan insanların sayısı hiçbir zaman kesin olarak bilinemedi. Dersim dağlarında işinde ve gücünde olan binlerce köylünün hayatı karardı. Demokrasi tarihimizin bir kara lekesi olarak utanç sayfaları arasında yerini aldı.
Nokta Dergisi, Dersim Olaylarının 50. yıldönümü nedeniyle hazırladığı dosyada ilginç itiraflara yer veriyordu. Türkiye’nin ilk kadın pilotu ve Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen de, Dersim Harekâtı’nda yapılan hava operasyonlarına katılanlar arasındaydı. ’’(Attığınız)bombalar nasıldı, tahrip güçleri neydi?’’ sorusuna muhatap olan Sabiha Gökçen ‘’büyük tahrip gücü yoktu. 50 kiloluk bombanın ne şeysi olur?’’ cevabını veriyordu.
Köylü bir kadın olan Menez Akkaya’nın anlattıkları yaşanan dramatik olaylardaki vahşetin boyutları hakkında bir ipucu verir niteliktedir:
’’Bizim köye askerler birkaç kez geldi gittiler. Bir şey yapmadılar bize. Türkçe bilmediğimiz için ne dediklerini anlamıyorduk. Daha sonra bir gün yine geldiler. Bütün köy halkını topladılar. 200–300 kişi vardı. Kadın, çoluk çocuk hepsi oradaydı. Hepimizi Değirmentaş’ın oraya götürdüler. Bize silahlarınızı toplayıp serbest bırakacağız diyorlardı. Ama bizi çay kıyısına götürüp öldürdüler. Biz üç kişi kurtulduk. Ben ağaca yapıştım, öyle kurtuldum. Günlerce aç susuz ölülerin yanında kaldık. Öyle olmuştuk ki, korku diye bir şey kalmamıştı.’’(2)
Dersim’de yaşanan insanlık dışı elim olaylar, birçok yazarın eserlerine konu olmuştur. Bunlardan bir tanesi de Necip Fazıl Kısakürek’tir. Kısakürek, Dersim’de yaşanan vahşet ile ilgili olarak şunları kaydetmektedir:
’’ Elazığ Ortaokulunda okuyan iki çocuk, tatili geçirmek üzere memleketleri olan Hozat’a geliyorlar. Hozat yakınlarındaki köylerin geldikleri zaman babaları Yusuf Cemil’in öldürülmüş olduğunu öğreniyorlar ve ağlamaya başlıyorlar. Onlara şu karşılık veriliyor: ‘Sizi de onun yanına göndereceğiz.’ Çocuklar odadan sürükletilerek çıkarılıyorlar ve jandarma muhafazasında gittikleri yolda süngületiliyorlar. Böylece babalarını yanına gönderilmişlerdir… Yusuf Cemil’in köyünde 200 kadın ve çocuk öldürtülmüş ve bunların cesetleri buğday sapları üzerinde yakılmıştır… Erkekleri tamamıyla doğranmış olan köyün(Hozat İlçesi-Zımbık Köyü) 100 kadar kadın ve çocuğu sivri uçlu aletle(süngü) öldürülüyor. Öldürülenler arasında biri doğurmak üzere olan bir gebedir. Bu kadının karnına giren sivri uçlu alet, barsaklarını yere döküyor, rahmini parçalıyor ve kendisini öldürüyor. Tehlike geçtikten sonra gizlendikleri yerden çıkan birkaç kadın, ölüleri gözden geçirirken, bu kadının rahminden düşen çocuğun sağ olduğunu dehşetler içinde görüyorlar. Muazzam bir kader cilvesi olarak yaşamakta devam eden çocuğu alıyorlar, emzirip büyütüyorlar ve ona ‘’Besi’’ adını veriyorlar… ‘’
‘’Hozat’ın Dolantanır köyünden Veli isminde bir genç, Elazığ Muallim Mektebinde okuduktan sonra öğretmen olarak Trakya’ya gönderilmiş, orada evlenmiş, 3 çocuk sahibi olmuş ve tam da Dersim hareketi başlamak üzereyken, karısı ve çocuklarıyla, yaz tatilini geçirmek üzere köyüne gitmiştir. Genç muallimin köyü, erkekli ve kadınlı, çocuklu ve ihtiyarlı doğranırken, kendisi, karısı ve çocukları da aynı akıbete mahkum edilmiş ve cesetleri yakılmıştır…. Mazgirt Tersemek nahiyesinin halkı doğranmaktadır. Merhamet sahiplerinden biri, birle on yaş arasında 20 kadar çocuğu alıp bir derenin içine saklamıştır. Vaziyet birden haber alınıyor. Çocukların öldürülmeleri emri veriliyor. Fakat bu emri yerine getirebilecek kimse zuhur edemiyor. En katı yürekliler bile, böyle müdafaasız masumlara silah kullanamayacaklarını söylemeye mecbur kalıyorlar. Tecrübe birkaç defa akamete uğruyor ve hayli sıkıntı mevzuu oluyor. Nihayet en kara yüzlü çingeneden daha karanlık suratlı bir adam bulunuyor ve bir dere içinde titreşe titreşe bekleyen 20 masumun işi bitiriliyor… Murat suyunun kandan kıpkızıl aktığını görenler olmuştur…’’
‘’Celal Bayar’ın Başvekil ve Mareşal Fevzi Çakmak’ın Genelkurmay Başkanı bulunduğu 1938 yılında cereyan eden Dersim faciası, bütünleştirilmesini okuyucularımızın hayaline ve istikbaldeki tarihçinin kalemine bıraktığımız birkaç teferruat çizgisi halinde budur. Dayandığı tek sebep de birtakım asayişsizlik ve itaatsizlik bahanesi altında, bütün Doğu Anadolu’yu kapsayıcı olarak, o mıntıkanın bir türlü sulandırılmayan koyu İslami rengidir. Bir kıvılcım halinde gösterdiğimiz Dersim yangınının kömürleştirilmiş 50.000 cesedinde, kutup şahsiyetler dışı bir yığın olarak din mazlumluğunun en çarpıcı levhasını seyredebilirsiniz.’’(3)
Nokta Dergisi, Trabzon’daki İngiliz Temsilciliği tarafından 27 Eylül 1938 tarihinde İngiltere’ye gönderilen bir belge yayınladı. Bu belgenin son bölümünde şu görüşlere yer verilmekteydi:
’’ Kadınlar ve çocuklar da dâhil olmak üzere binlerce Kürt katledildi. Pek çok kişi de Fırat Nehri’ne atıldı. Daha az kötü muameleye tabi tutulan bölgelerde yaşayan binlercesi ise malları, mülkleri ve hayvanları alıkonularak Orta Anadolu’nun çeşitli illerine yollandı. Artık söylenen şu: Türkiye’de Kürt sorunu bitmiştir.’’(4)
Bediüzzaman Said Nursi’nin ilk talebesi Albay Hulusi Yahyagil, Dersim Harekâtı ile ilgili olarak hatıralarında şunları söylemektedir:
’’1938’de bizi Dersim isyanını önlemeye ve bastırmaya memur etmişlerdi. İsyan dedikleri şey de, bazı dağ köyleri o yıl vergi verememişti. Bize verilen emir ise tek kelime idi:’İmha’ Canlı bir şey bırakmayınız; genç-ihtiyar, çocuk-kadın ve saire… Ben kıt’a komutanı idim. En çetin ve zor vazifeyi de bana verdiler. ‘Sen piyadesin, seni topla takviye etmek gerektir’ dediler. Müthiş bir hüzün ve ızdırap içinde idim. Hz. Üstad benim hüznümü hissetmiş. Bu durumu kendisine yazıp soramadım. Nasıl yazabilirdim? Tam merhum pederimle vedalaştım. Hayvana bindim gidiyordum. Bir de baktım, hizmet eri koşarak geldi. Elime bir mektup verdi. Mektubu açtım. Mektubu Üstad Kastamonu’dan Ürgüp Müftüsü olan kardeşi Abdulmecid vasıtasıyla gönderiyordu: ‘Hulusi’nin bir gailesi var diye hissediyorum. Merak etmesin. Risale-i Nur’un şakirtlerine inayet ve rahmet, nezaret ve himaye ederler. Dünyanın meşakkatleri madem sevap verir, geçerler; o musibetlere karşı sabır içinde, şükür ile metanetle mukabele edilmek gerekir. Hem o, hem sizler, bütün dualarımda ve kazançlarımda benimle berabersiniz.’ Az sonra isyan olan bölgeye gittik. Döndük dolaştık. O bölgeyi terk etmişler, dağlara mağaralara çekilmişler. Rahmet-i İlahiye yardımımıza yetişti. Elimizi kirletmeden ve kana bulaştırmadan bizi kurtardı.’’(5)

1-Dr. Muhammed Nuri Dersimi, Dersim Tarihi, Eylem Yayınları, İstanbul, 1979, Sayfa: 222 vs.
2-Nokta Dergisi, 25. Sayı, 28 Haziran 1987
3-Necip Fazıl Kısakürek, Son Devrin Din Mazlumları, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 1976, 4. Baskı, Sayfa:151–154
4-Yakın Tarih Ansiklopedisi, 10. Cilt, Sayfa:94
5-Son Şahitler, 1.Cilt, Nesil Yayınları, İstanbul, 2003, Sayfa:328



1950 SONRASI DEMOKRATİK AÇILIMLAR VE ARA DÖNEMLER


Bediüzzaman Hazretleri, 1950 yılından sonra Demokrat Parti’nin iktidarda olduğu bir dönemde, Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan Adnan Menderes’e yazdığı bir mektupta; Medreset-üz Zehra ‘nın ehemmiyetini izah ile bunun hakiki, müsbet, kudsi ve umumi bir milliyet-i hakikiye olan İslamiyet milliyetinin inkişafına vesile olacağını, menfi ırkçılığın ifsat etmesinin önüne geçeceğini, felsefe fenlerinin ve din ilimlerinin birbiriyle barışacağını, Ortaşarkta sulh-u umuminin temel taşı ve birinci kalesi olacak bu üniversitenin, bu vatan, bu devlet ve bu millete büyük hizmetleri netice vereceğini ifade etmiştir. ( Emirdağ Lahikası, 360. mektup, sayfa. 839) Doğu’da birçok Üniversite açıldı. Son kurulan Üniversiteler ile Üniversitesi olmayan il kalmadı. Bunlar elbette çok büyük hizmetlerde bulundu ve bundan sonra da bulunmaya devam edecek. Ancak Bediüzzaman Hazretlerinin işaret ettiği tehlikelerin önüne geçecek, Doğu Anadolu’dan Orta Doğu’ya, Orta Asya’dan Afrika’ya kadar uzanacak bir coğrafya içinde birlik, beraberlik ve muhabbet rüzgârlarını estirecek ve bu duyguları hâkim kılarak bütün dünyaya müspet yansımaları olacak bir büyük proje, gerçekleşmek için himmet ve gayret sahiplerini beklemektedir.
1960’lı yıllarda televizyon yayınları ülkemizde henüz yaygınlaşmamıştı. 1968 yılında başlayan televizyon yayınları önceleri sadece Ankara’da ve daha sonraları büyük şehirlerde izlenmeye başlanmıştı. Bizler 1970’li yılların ortalarından itibaren televizyon yaygınlaşmaya başladı. Kasetçalar da çok nadiren bulunuyordu. Gazete alanların sayısı, hele doğu illerinde çok sınırlıydı. Çok zengin evlerde gramofon bulunan bu yıllarda, tek iletişim aracı olarak elde sadece radyo bulunuyordu.

O yıllarda Erivan radyosunun Kürtçe yayınları bulunuyordu. O günlerin teknolojisine göre çok kuvvetli vericileri olan bu radyo bin kadar kilometre öteden rahatlıkla dinlenebiliyordu. Ermeniler ve dolayısıyla Sovyetler, bu radyoya özel bir yatırım yapmışlardı ve çok önem veriyorlardı. 250 kilometre öteden Diyarbakır Radyosunun bile çok zor şartlarda dinlenebildiği o günün şartlarında, Erivan radyosunun Kürtçe yayınlarına çok büyük bir alaka gösteriliyordu. Radyosu olan evlerin çoğunda Bağdat radyosunun Kürtçe bölümü ile birlikte en çok bu radyo dinleniyordu. Özellikle akşam programlarında Kürtçe’nin usta dengbéjleri(ses sanatkârları) sıra ile en meşhur ve en hazin şarkılarını söylüyorlardı.
Mehmet Arif Cizrawi, Hasan Cizrawi, Ayşe Şan, İsa Pervari ve Kavus Ağa gibi sanatçılar arka arkaya şarkılarını söyledikçe, o zamanlar hiç Türkçe bilmeyen yöre insanlarını muhakkak ki etkilerdi. Erivan radyosu Kürtçe şarkılardan sonra komünizm propagandası yapar, fakat bu sıralarda radyo kapatılırdı. Yöre insanın arzusu kendi anadillerinden birkaç parça dinlemekti. Kürtçe dinlemenin yasak olduğu o devirlerde, radyonun sesinin de çok fazla yüksek olmamasına özellikle dikkat edilirdi.
Mehmet Arif Cizrawi, Cizre’de doğmuş çok usta bir ses sanatkârı idi. 1925 yılında Şeyh Said Hadisesi patlarken, olaylara karışmadığı halde tanınan bir kişi olduğu için yakalanmış, arkadaşları idam edilmiş, kendisi de yaşı küçük olduğu için birkaç yıl hapis yatmış ve tahliye olduktan sonra da Irak’a gitmiş ve Zaho’ya yerleşmişti. Bu usta sanatçı, çok sayıda Kürt köyünü gezerek bine yakın eser derlemişti.
Bölgede bulunan bütün şehir, kasaba ve köylerin isimleri Türkçe isimler ile değiştirilmişti. İnsanların çocuklarına Kürtçe isim koyması da yasaktı. Nüfus memurları ile bu çerçevede çok tartışmalar yaşanırdı. Yerleşim yerlerinin isimleri her ne kadar Türkçe isimler ile değiştirilmiş olsa bile, bu isimler halk tarafından hiç kullanılmadı. Hatta aradan uzun yıllar geçtiği halde yaşadığı köyün yeni ismini bilmeyen insanlar bilenlerden çok daha fazlaydı. Bunlar resmi bir iş için herhangi bir resmi daireye gittikleri zaman, köylerinin yeni ismini bilmedikleri için problemler yaşarlardı. Böyle durumlarda yerli bir memur bulunur ve mesele hal edilirdi.
İlkokulda, teneffüslerde dahi Kürtçe konuşmak yasaktı. Bazı öğrenciler, bu durumu takip etmekle görevlendirilmişlerdi. Bu öğrenciler, Kürtçe konuşan arkadaşlarını öğretmenlerine haber vererek öğretmenlerinin gözüne girmeye çalışıyorlardı. Fakat bunun bedeli olarak, arkadaşları tarafından dışlanır ve bir fırsat doğduğunda da mutlaka dayak yerlerdi. Yazar Hüseyin Yılmaz’ın yazdığı ve Gerger Ortaokulu’nda, Türkçe dersinde arkadaşı Midhat’ın başına gelen trajikomik olayın benzerleri, bölgenin her tarafında farklı şekillerde yaşanmıştır. Türkçe dersinde öğretmenin sorduğu ‘’Bab-ı Ali ne demek’’ sorusuna Midhat isimli bir öğrenci ‘’Bab-ı Ali Kürtçe’dir ve Ali’nin babası demektir’’ şeklinde cevap vermesi üzerin öğretmeninden çok şiddetli bir tokat yemişti.
1970’li yıllar, teyp-kasetçaların yaygınlaşmaya başladığı yıllardı. Irak’tan kaçak yollarla, Kürtçe kasetlergetirilirdi. Irak-Suriye ve Türkiye sınır karakollarındaki askerlerle kaçak mal taşıyan kişiler arasında hemen hemen her akşam çatışma çıkardı. Bu çatışmalar sonucu çok sayıda genç insan ölür veya yaralanırdı. Sınıra konan mayınlara basan ve sakat kalan çok sayıda kişi mevcuttu. O zamanlar sınır geçişleri ve ihlalleri, daha çok iş imkânları bulunmadığı için ekmek parası kazanmak amacıyla işsiz vatandaşlar tarafından yapılırdı. Kaçak olarak yurda getirilen mallar ise daha çok çay, kahve, sigara, elektronik eşya ve saatten ibaretti. Yerli çay hemen hemen hiç içilmezdi. Sadece yerli olmayan memurlar Tekel çayını içer ve bu çay da çok az yerde bulunurdu. Kaçak çay ise tezgah altından satılırdı. Tekel’in ürettiği sigaralar da çok az içilirdi. Genelde köylerde ekilen ve kaçak olarak satılan tütünler içilirdi. Zaman zaman aramalar sırasında tütün tabakaları kontrol edilir ve kaçak tütün kullandıkları tespit edilenler ‘’milli ekonomiye zarar verdikleri gerekçesiyle’’ şiddeti para cezalarına çarptırılırlardı. Bazen de biraz rüşvet vererek yakalarını kurtarırlardı. Alkollü içkiler de sadece belirli kişiler tarafından kullanıldığı için bizim ilçede TEKEL’e fazla iş düşmezdi.
Yöre insanı Batı illerine gittiği zaman valizine bir iki kilo kadar koyar ve yolda yapılacak bir aramada el konulmaması için dua ederdi. Çoğu zaman aramalarda valizler açılır ve bütün ricalara karşın az miktardaki çaya el konurdu. Batı illerinde yaşayan akrabalara götürebilecek en kıymetli hediye kaçak çay ve Kürtçe kasetlerden ibaretti. Kürtçe kasetler de valizlere konmaz, otobüsün içinde bir yere saklanır ve bulunduğunda da sahip çıkılmazdı. Bu kasetler evden eve, elden ele dolaşır ve kopyaları yapılırdı. Komşulardan dinlemek amacıyla emanet kasetler alınırdı. Önceleri iki teyp yan yana getirilerek kopyalanan ve çok bozuk ve kalitesiz bir ses ile dinlenen bu kasetler, daha sonraları çift kasetçalarlı teyplerin yaygınlaşması ile nispeten daha kaliteli bir şekilde dinlenmeye başlanmıştı. Hatta bu kasetleri çoğaltarak gizli olarak çoğaltıp satan ve bu şekilde geçimlerini sağlayan bazı kişiler de mevcuttu. Sonraları, Almanya’ya işçi olarak giden vatandaşlar, izinlere geldikleri zaman çok daha kaliteli Kürtçe kasetler getirmeye başladılar. Kanunen yasaktı ama, hemen hemen her evde bir şekilde siyasi içeriği olmayan ve daha çok folklorik özellik taşıyan bu kasetler dinlenmeye başlanmıştı.
1970’li yıllarda Kürtçe kaset dinleme ve bulundurma yasağı, neredeyse fiili olarak işlemez hale gelmişti. Çünkü herkes bir şekilde dinliyor, dükkânlarda Kürtçe nağmeler yükseliyor ve düğünlerde hep beraber Kürtçe söylenen türküler eşliğinde halaylar çekiliyordu. 1974 yılının ortalarında Kıbrıs Harekâtı’nın yapıldığı günlerde, ilçemiz ilk olarak televizyon yayınları ile tanıştı. Evlere henüz televizyon alınmamıştı, ancak bazı çay ocakları müşteri çekmek amacıyla televizyon almaya başlamışlardı. O günlerde Bağdat televizyonunun yayınları Türk televizyonlarından çok daha net bir şekilde seyrediliyordu. Zaman zaman Mehmet Arif Cizrawi Bağdat televizyonunda görünür, bölgemizin zengin folklorunu yansıtan eserlerini seslendirirdi. İşte o zaman çay ocağı sahiplerinin işleri birkaç kat artardı. Çünkü bütün çevre esnafı ve yoldan geçen bütün insanlar mutlaka oturur ve hemşerilerini televizyondan seyretmenin hazzını yaşarlardı. Oturacak yer bulamayan insanlar ayakta durarak bu hasretlerini dindirmeye çalışırlardı. Hatta bölgesel bir adet olarak pek dışarı çıkmayan hanımlar bile, bu anları kaçırmaz, çarşaflarını giyerek bir köşeden sessizce bu yayınları seyrederlerdi. Bir de Kıbrıs Barış Harekâtı ile ilgili haber ve görüntüler yayınlandığı zaman, çay ocaklarının önü çok kalabalık olurdu.
1980 yılı 12 Eylül İhtilalinden sonra Milli Güvenlik Konseyi tarafından Kürtçe ile ilgili olarak çok sert ve bir o kadar da saçma bir karar uygulanmaya başlandı. Bütün resmi dairelerde Kürtçe konuşmak yasaklandı. Bu yasak daha önceleri de vardı. Fakat zamanın değişmesi sonucu bu yasak yumuşamış ve hoşgörü ortamı içinde uygulanamaz hale gelmişti. Bunu fark eden Kenan Evren ve Milli Güvenlik Konseyi üyesi arkadaşları yeniden kolları sıvamışlar ve resmi dairelerde ‘’Türkçe’nin dışında başka bir dilin konuşulmasının yasak olduğuna’’ dair bir genelgeyi bütün resmi kurumlara göndermişlerdi. Aynı genelge ile bunun herkesin görebileceği bir büyüklükte yazılarak resmi kurum ve kuruluşların uygun bir yerine asılması istenmişti. Tabii, bu yasak da sadece yazıda ve duvarlarda kalmıştı.
Bu yasak ile birlikte vicdanları kanatan ve sızlatan birçok yasak daha yürürlüğe konmuştu. Bunlar özellikle doğu ve güneydoğudaki şehirlerde uygulamaya konmuştu. Kadınların çarşaf, erkeklerin şalvar giymesi yasaklanmıştı. Bu yasağa uymayan kadınların kocaları karakola götürülerek gözaltına alınıyor, şalvar giyen erkeklerin şalvarları cadde ortasında çıkartılarak don-gömlek cadde ve sokaklarda yürüyerek kendilerine bir pantolon bulabilecekleri bir yere kadar bu şekilde yürümeye mecbur ediliyorlardı. Bu şekilde şalvarı çıkartılan bir vatandaşın, nasıl mahcup ve telaşlı bir şekilde, sokağa doğru koşarak bir an önce evine gitmeye çalışmasını görenlerin bile büyük bir üzüntüye kapılmaması mümkün değildi. Anne çarşaf giydiği için, yaşlı ve hasta olan babası karakolda nezarete alınmış ve bir çocuğun nasıl bir ruhsal tahribe duçar olacağını tahmin etmek zor olmasa gerek.
Kenan Evren yıllar sonra, bu Kürtçe konuşma yasağının büyük bir hata olduğunu ve bu kararı vermekten pişman olduğunu söyleyecekti. Ama bunca trajedi ve hazin hadise yaşandıktan sonra bu itiraf da bir anlam ifade etmeyecekti. Diyarbakır Cezaevi’nde uygulanan, vicdanları sızlatan ve hiçbir insanın asla kabul edemeyeceği işkence örnekleri de bu dönemin en hazin olayları arasındaki yerini almıştı. Bu hapisten çıkanların büyük bir çoğunluğu dağa çıkmış, adeta bu işkencelerle PKK’ye adam yetiştirilmişti. Bu işkence ve hukuk dışı uygulamaların artık bir daha yaşanmayacağının teminatı olarak, Diyarbakır Cezaevi’nin bir ‘’İşkence Müzesi’’ olarak, gelecek nesillere bir ibret tablosu olarak bırakılması gerekmektedir.



DİYARBAKIR CEZAEVİ FACİASI


Milletin oyunun ve tercihinin hiçe sayıldığı ve bürokratik diktatörlüğün egemen kılındığı 12 Eylül dönemindeki haksızlıklar için çok sayıda araştırma yapılmıştır. Aslında bu ihtilali yapanların, başta İhtilalin Lideri Org. Kenan Evren olmak üzere birçoğunun itirafları ile yapılan yanlışlıklar kayıtlara geçmiştir. Fakat Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananlar büyük bir demokrasi ayıbı ve insanlık suçudur. Büyük bir facia ve trajedinin yaşandığı Diyarbakır Cezaevi’ndeki zulüm ve işkenceler, zerre kadar insani kaygısı olan herkesi rencide edecek bir boyutta ve vahşette olmuştur. Demokrat bir Kürt ailesine mensup olan Felat Cemiloğlu’nun başına gelenler, bu büyük insanlık ayıbının en çarpıcı misalidir.
1928 Diyarbakır doğumlu olan Felat Cemiloğlu, sekiz yaşında iken ailesi ile birlikte mecburi ikamet ile Ordu’ya gönderildi. Ailenin bazı fertleri de birçok ilde mecburi iskâna tabi tutulmuşlar. Felat Cemiloğlu, ilk ve ortaokulu Ordu’da okudu. Ordu’da lise bulunmadığı için İstanbul Haydarpaşa Lisesine yatılı gönderildi. Çok büyük bir aile olan Cemiloğlu Ailesinin yetmiş kadar köyü bulunuyormuş. Bu köylerden sürgün edilen ailenin boş kalan köylerine Bulgaristan’dan gelen göçmenler yerleştirilmiş. 1948 yılında Amerikan Marshall yardımı ile birlikte sürgün kararı kalkınca, aile Diyarbakır’a dönmeye karar vermiş. Diyarbakır’a döndükten sonra uzun uğraşlar sonucu sekiz-on kadar köylerini geri alırlar. Cemiloğlu İstanbul’daki Yüksek Ekonomi ve Ticaret Okulundan mezun oldu. Diyarbakır’da Belediye İktisat Müdürlüğü, Milli Koruma Müdürlüğü, Ticaret ve Sanayi Odası Sekreterliği ve Başkanlığı ve TOBB Yönetim Kurulu Üyeliği görevlerinde bulundu. 27 Mayıs’tan sonra sekiz ay kadar Belediye Başkanlığı görevini vekâleten yürüttü. 1977 yılında yapılan ve Mehdi Zana’nın Bağımsız olarak Diyarbakır Belediye Başkanı olarak seçildiği seçimlere Adalet Partisi adayı olarak katıldı. 1989 seçimlerine de ANAP’tan aday olarak katıldı. 21 Mayıs 1982’de elli iki yaşında iken gözaltına alınan Felat Cemiloğlu’nun, Diyarbakır K Tipi Askeri Cezaevi’nin 33 Nolu koğuşunda yaşanan bu acı hatıraları, insanın kanını donduracak cinstendir:
‘’Eşyalarımızı hücreye bırakmamız ve külot üstümüzde kalacak şekilde soyunmamız söylendi. Koridora çıkarıldık. Diğer hücredekilere arkalarını dönmeleri ve yere çökmeleri emredildi. Bize de birer süpürgeyle ortalardaki bir hücredeki suyun koridora çıkarılması emredildi. Hücre içindeki tuvaletin tıkalı olduğunu ve içeride bir karış kadar suyun içinde pisliklerin yüzdüğünü gördük………… Bu suyla yıkanmamız emredildi. Pislikle birlikte avuçlayarak başımızdan itibaren bu suyla yıkandık.’’
‘’Müteakiben hepimiz koridorda diz çökerek başlarımızı birbirimize yaklaştırdıktan sonra üstümüze bir iki bidon su döktüler. Böylelikle sözde temizlenmiş olduk ve l No' lu hücremize konulduk, l No'lu hücre koğuş kapısının girişindeydi. içeriye her komutan (gardiyanlara komutan denirdi) girişinde tekmil vermemiz emredilmişti. 'Birinci kat, l No'lu hücre ......mevcuduyla emir ve görüşlerinize hazırdır komutanınım!`demek lazımdı. Komutan diğer hücrelerin önünden geçerken de her hücre numarasına göre aynı tekmili verirdi. Hemen hemen her tekmilden sonra, ya geç tekmil vermekten, ya yanlış ya da yüksek sesle verilmediği için ceza almak muhakkaktı.’’
‘’Hücreye konulduğum 12 Haziran 1982' den sonra istiklal Marşı'nın, 'Gençliğe Hitabe' nin ve `Andımız` marşlarını tamamen öğrenmeden koğuşlara giremeyeceğimiz söylendi. Hücrelerde sabah 5. 30' da mesai başlardı. Üst kat hücrelerinden birinden bu marşların her kelimesi bir kişi tarafından tek tek söylenir, bütün hücreler bunu tekrar ederdik. Marşların çok yüksek sesle ve canlı söylenmesi şarttı. Bu canlı söylemenin sekline hükmetmek komutanların keyfine bağlıydı. Ne kadar canlı söylerseniz söyleyin, beğenilmemek muhakkaktı ve arkadan da cezası hazırdı tabiî.’’
………………………………............
‘’(Saat) 20.30 olduğu zaman açlık, susuzluk, yorgunluk, gündüz yenilen copların tesiriyle uyumuyor, bayılıyorduk. On sekiz kişinin ayakta zor sığdığı yerde on sekiz kişi yatıyorduk. Hücre arkasındaki tuvalete de üç dört kişi isabet ediyordu.Hücrede herkesin yalnız başı üstte gibiydi…… Artık yastık derdi kalmamıştı. Başlar muhakkak diğer birisinin vücudunu yastık gibi kullanıyordu.’’
‘’Hücrede komutanların dayağına, hakaretine, yorgunluğa, açlığa, sigarasızlığa artık alışmıştık. Eh marşları da az çok öğrenmiştik. Koğuşlara intikalimizi dört gözle bekliyorduk……..’’
‘’Bu arada hesapta olmayan bir şeyle karşılaştık. Geldiğimiz günden beri Co isimli köpekle devamlı muhataptık. Mesela sırayla Co'ya tekmil verdiriyorlardı. Co'nun karşısında, ‘’Felat Cemiloğlu, Diyarbakır, emret komutanım’’ tekmilini çok yüksek sesle ve topuk sesiyle veriyorduk, Co, tekmili beğenmezse havlıyordu. Ve Co'yu memnun edemediğimiz için cezalandırılıyorduk. İste bu Co, marslar söylenirken bizi kontrole gelmiş ve marşları canlı söylemediğimiz için havlayarak komutanlarımızı haberdar etmiş, onun için de mars imtihanlarımız üç gün tehir edilmişti. Hücrede üç gün daim kalacağımız söylendi. Müteakip üç gün Co'yu kızdırmayacak davranışlarda bulanmaya çalıştık.’’
‘’Bu arada mesai sırasında bazen bir kısmımızı hücre önündeki talim yerine çıkarıp, ya talim yaptırıyorlar ya da birbirimize dayak attırarak bizimle alay ediyorlardı. Böyle bir günde Urfalı bir baba oğulla epey eğlendiler. Baba altmış beş yaşlarında, 1, 90 boyundaydı. Oğlu, yirmi beş-otuz yaşlarında ve babasından daha iri ve cüsseliydi. Evvela oğlunu babasına tokatlattılar. Yavaş tokat vurduğu için hem oğul hem baba coplanıyordu, Beş on denemeden sonra oğulun babaya vurduğu şiddetli tokatları beğenmediler Bu kere oğulu babanın sırtına bindirdiler. Bir taraftan babayı copluyor, daha hızlı koşması için zorluyorlardı. Oğul babasının sırtından indikten sonra ağlamaya başladı.’’
…………………………………….
'Birinci Hücre, ikinci Hücre, dayak vaziyeti al!' Bu komutla herkes iki elini üst üste koyarak hücre parmaklığından dışarı çıkarıp nasibi kadar copu yedikten sonra yerini ayni hücredeki ikinci sıraya bırakıyordu. 'Dayak vaziyeti al!' komutundan sonra tekmil verilerek eller birbirinin üzerinde öne uzatılırdı. Komutanın her vurusundan sonra: 'Emret komutanım!' demeye mecburduk, Hücrede onuncu günümüz dolduğunda 'İstiklal Marşı, 'Türk Gençliğine Hitabe' ve 'Andımız` marşlarında blok çavuşuyla birlikte iki üç gardiyan bizi imtihan etti. Tam bilenler dahi stres içinde söylerken şaşırdıkları oluyordu. Bu şaşırmalar karşısında küfür ve coplanmalardan sonra 21 Haziran 1982 günü öğleden sonra koğuşlara gönderilmek üzere hücrelerden çıkarıldık. Hücre önündeki boşlukta toplandık… Ellerimiz yanlara yapışık, baslarımız önde, etrafa bakmadan bana çok uzun gelen koridorlardan geçtikten sonra, yine bir koridorda koğuş gardiyanlarına teslim edildik. Külot dâhil tamamen soyunmamız emredildi. Eşyalarımız tek tek arandı. Ondan sonra da yüzlerimiz duvara döndürüldü, emir verildi: 'Domal!' Hepimizin makatları kontrol edildi. Tabiî kimsede bir şey bulunmadı. Bulunması ihtimali de yoktu. Soruşturmadan, gözaltından, hücreden gelmiş, zaten defalarca kontrol edilmiştik.
Koğuşa girerken sırayla hepimiz coplandık. Kırk-kırk beş kişiydik. Bu arada herkesin ayni koğuşa gideceğini, bu koğuşun cezalı bir koğuş' olduğunu, bu yüzden şansımız olmadığını söylediler. Ve bu koğuşun ceza sebebini öğrenmeye çalışmanın yasak olduğunu, bize de zaten kimsenin söylemeyeceğini eklediler. Koğuşa girerken ismini sonradan öğrendiğim Mehmet Emin Kardeş'e gözlerim ilişti. Meğer Mehmet Emin'in 5 Nolu'ya ikinci gelişiymiş. İkinci gelenlere çok kızıyorlardı. Sebep olarak da 'Birinci sefer demek ki ders almamış` diyorlardı. Mehmet Emin'i, cop, haydar ve kuzuyla hemen hemen bayıltıncaya kadar dövdüler. Aksam karanlığı bastığı sırada cezalı 33 No'lu koğuşa girdik. Koğuşun bütün camlan kapalı ve kırmızıya boyanmış ve de ortasına ay-yıldız çizilmiş olduğu için koğuş çok loştu. Koğuş, sonradan söylendiğine göre atölye olarak yapılmıştı. Epey büyüktü. Kapı girişindeki kısım boştu. Ortada, herhalde sonradan yapıldığı için, yüksekçe üç tane kapısız tuvalet vardı. Tuvaletin Önüne rastlayan ranzalar iki katlı, pencere tarafına rastlayanlarsa üç katlıydı.
İçeri girdiğimizde elli kişi kadar bir kalabalık duvar dibinde, üçlü sıra halinde içtimadaydı. Ortadaki, soluk benizli iki kişi, sanki mumyadan yapılmışlar intibaını veriyorlardı. Yalnız çakı gibiydiler. Her emirden sonra tekmil verip, topukları üstünde dönerek söyleneni yaptıktan sonra tekrar geliyor, avazları çıktığı kadar bağırarak tekmil veriyorlardı. Bunların koğuş sorumluları Ekrem Dal, Selim Dindar ve Fahri Tunç olduklarını sonradan öğrendim. Sorumlulara, 'kırk tane mal' getirdiklerini, ranzalarda değil talim yerinde yerde yatırılmamız gerektiğini, ihtiyar saydıkları on kişiyi ayırıp geri kalanlara iki gün yemek verilmeyeceğini söylediler. Ben yemek verilmeyecek gruba dahil edildim.
O gece koğuş sorumluları ellerinde yazılı on dört-on beş maddeden ibaret koğuş talimatını bize okudular. Ve bunlara riayet etmek mecburiyetinde olduğumuzu, hataların cezasız, kalmayacağını söylediler. Bu koğuş talimatnamesi günde dört- beş kere anlatılıyor ve tatbikatları yapılıyordu. Talimattan hatırımda kalanlar şunlar:
(1) Koğuşta konuşmak yasaktı. (2) Koğuş içinde dolaşırken eller iki yanda yapışık gezilecekti. (3) Komutanla konuşmak, bir şey istemek yasaktı, (4) Koğuş sorumluları dahil her çağrılan canlı tekmil verecekti. (5) Sabah 05.30 ' da herkes uyanmış, 20. 30'da yatmış olacaktı, (6) Yatışlar sırtüstü ve nizamî olacak, esas duruş uykuda dâhil bozulmayacaktı. (Üst ranzada yatıyorsan, kurtuluş yok, ışık gözünün içindeydi. (7) Aksam 07.30'dan sonra tuvalete gitmek yasaktı. (8) Görüşmelere on iki kişilik postalar halinde gidilecek, kapıdan tekmil verilerek, sayı sayılarak çıkılacaktı. ( İstiklal Marşı`, 'Gençliğe Hitabe', 'Andımız' ve bunlardan gayri kırk altı marş öğrenilecekti.
…………………………………….
Ramazan, geldi. 1982'nin temmuz ayı. Oruç tutmak serbest dediler. Sahura kalkmak yok, iftar ise saat 20.00'den sonra idi. Bu aslında 'Oruç tutma, istemiyoruz!' mesajıydı. Benim ortağım ve muhasebecim Bedii Tan Bey oruç tuttu Bu arada havalandırmada, betonda, üstümüz çıplak halde dünyanın idmanını yaptırıyorlar. Bedii'nin orucunun farkına vardılar. Ne yaptılar biliyor musun? Kanalizasyon kapağını kaldırdılar, avuçla pislik yedirdiler. Bedii Tan ishal oldu. Çok hastalandı. Hâlâ hatırlarım. Koğuş kapısının önünde, buz kahin gibi 'pat`diye betonun üstüne düştü. Yerde yatıyordu. Bir er ve bir çavuş gardiyan geldi, koğuşa girdiler. Yerde yatan Bedii Bey'in karnına bastılar. Bağırsakları ve böbreği patladı Bedii Bey'in.
………………………………..
Yine bir keresinde 'Heyet geldi' dediler, Uludereli Haydar Ürün'ü alıp revire götürdüler. Hasta gibi, göstermelik,,. Yemek vermişler, hizmet etmişler yatakta, hasta muamelesi yapmışlar heyet ziyareti yüzü suyu hürmetine... İş bitip heyet gidince de eşşek sudan gelinceye, kadar dövmüşler Haydar'ı. Perişan yakınıyordu geri geldiğinde, 'Ben mi istedim revire gitmeyi' diye.,. Bedii Tan öldü, elli yaşındaydı. Gardiyanlara dava açıldı. Diyarbakır E Tipi Askerî Cezaevi'nden çıkıp cezaevi hakkında tanık olarak ilk konuşan ben oldum. O gardiyan (6 sene 8 ay ceza yedi. Koğuştaki lakabı Gestapo'ydu. Erdi, Gümüşhaneli'ydi, Adnan'dı ismi... Bir hadise oldu mu, herkes ayni ifadeyi verirdi. Yüz beş kişi birden ayni ifadeyi: 'Bedii Tan, eceliyle öldü. Komutanlar ilaçlarını muntazaman veriyorlardı. '
Bedii Bey 33 No'Iu koğuşa girdikten otuz üç gün sonra öldü. Üç gün beton üstünde, su içinde yatınca, hepimiz ishal olduk. Bedii Bey ölünce, bizi hastaneye götürdüler, kurtulduk. Hepimiz ayakta, sırada bekliyoruz. Eller popomuzda... Kaçırmamak için,., Dayak korkusu ! Altına bir kaçırdın mı dayak.,.
Yazın koğuşun bütün pencereleri kapalı, 70 derece,.. Kışın bütün pencereler açık, eksi 23 derece, Böyle günlerde tuhaf düşüncelere kaptırırdım kendimi, 'Hiç olmazsa balkona çıkabiliyor çocuklarım' diye geçerdi aklımdan... Hep çocuklarımı düşündüm, iki oğlan bir kız. iki oğlum, Haluk ile Haldun, ikisi de İngiltere'de tekstil mühendisliği okumuştu.
………………………….
Sekiz ay yattım, Diyarbakır E Tipi Askerî Cezaevi 33 Nolu koğuşta. Elli beş yasındaydım. Felat Cemiloğlu son olarak bana dedi ki: "Hapishaneden kurtulduğum zaman genç olsaydım, en azından soruşturma, gözaltı, 5 No'lu hapishane cehennemine tekrar haksız yere girmemek için dağa çıkardım."(1)
Bu özelliği ve insanlık dışı zulüm ve işkenceleri ile Diyarbakır Cezaevi, tam bir ‘’PKK Akademisine’’ dönüşmüş, buraya sempatizan ve suçsuz olarak giren insanlar buradan çıktıktan sonra tam birer militan olmuşlar ve bunlardan çok sayıda kişi de dağa çıkmıştır.
1-Hasan Cemal, Kürtler, 2. Baskı, Doğan Kitap, İstanbul, Nisan 2003, Sayfa: 15-34

1990 VE SONRASI

Kürt dilinin konuşulmasının önündeki kanuni yasak 1991 yılına kadar devam etti. 25 Ocak 1991 tarihinde Bakanlar Kurulu’nun aldığı bir karar neticesi, Kürtçe konuşma serbest bırakılmış ve Kürtçe müzik yapmanın önü açılmıştır. Çok hızlı değişen ve gelişen dünyada, teknolojinin önünün hiçbir kanunla ve yasakla kapatılamayacağı ayan beyan ortada iken, bu saçma yasağın bugüne kadar sürmesi bile büyük bir ayıptan ibaretti. Zira kimse doğacağı bölgeyi ve konuşacağı dili sipariş etme hakkına sahip değildi. Bu tamamen Yaratıcı’nın bir tercihidir. İnkâr ve görmemezlikten gelerek fıtri olmayan bir dayatmanın sonuna kadar devam edebilmesi mümkün değildir. 12 Nisan 1991’de ‘’Türkçeden Başka Dillerde Yapılacak Yayınlar Hakkında Kanun’’ yürürlükten kaldırıldı.
1991 yılında 12 Eylül’ün üzerinden 11 yıl geçtikten sonra yeniden Başbakan olan Süleyman Demirel, bu dönemdeki ilk gezilerinden birisini Diyarbakır’a yapmış ve burada yaptığı konuşmada ‘’Kürt realitesini tanıdıklarını’’ ifade etmişti. Aslında bu söz yetmiş yıldır uygulanan ve inkâra dayanan bir politikanın hazin bir iflası anlamına geliyordu. Demek ki Türkiye’de Kürtler vardı ve yetmiş yıla yakın bir zamandır uygulanan asimilasyon politikaları bir işe yaramamıştı. Fakat bu realite sadece demeçlerde kalmış, bürokratik devletin ve derin mahfillerin katı ve ırkçı tutumları ve dirençleri karşısında hiç bir mesafe alınamamıştı. Terör süratli bir şekilde tırmandırılmış, bu söz sadece meydanda söylenen bir söz olarak kalmış, atılması gereken adımlar atılamamış ve bu önemli mesele sadece sözlerle geçiştirilmeye çalışılmıştı. Bu olaydan sonra en önemli adım ise, 3 Ekim 2001’de atılmış, Anayasa’nın 26. ve 28. maddeleri değiştirilerek, Anayasa anadille ilgili yasaklardan arındırılmıştı.
Bu yasal değişikler yapılırken Kürtçe ile ilgili tartışmalar hiç bitmedi. Sağ ve soldaki bütün ulusalcılar birleşerek koro halinde bu tür değişikliklere şiddetle karşı çıkmaya devam ettiler. Ülkenin bölüneceği korkusu pompalanmaya çalışıldı. Oysa uydu aracılığı ile televizyon yayınları çoktan başlamış ve bir uydu alan herkes yurtdışından yapılan Kürtçe televizyon yayınlarını rahatlıkla izler hale gelmişti. Yine de boş durulmadı. Birçok yerde uydu antenler yasaklandı, balkon ve çatılardan çanak antenler toplanmaya başlandı. Fakat bu yasaklarla, bunu önlemenin imkânsızlığı kısa sürede ortaya çıktı. İnsanlar yeni yollar ve formüller deneyerek Kürtçe yayınları izlemeye devam ettiler. Buralarda yapılan olumsuz propagandanın tesiri her geçen gün artmaya başladı.
1997 yılında Türkiye’de tartışılan konuların başında kamuoyunda ‘’Zenginler Kulübü’’ olarak bilinen TÜSİAD’in(Türkiye Sanayici ve İşadamlar Derneği) Prof. Bülent Tanör’e hazırlattığı ‘’Türkiye’de Demokratikleşme Perspektifleri Raporu’’ geliyordu. Bülent Tanör, Kemal Alemdaroğlu’nun Rektör olduğu İstanbul Üniversitesinde görevli bir öğretim üyesi idi. Kemal Alemdaroğlu, Prof Bülent Tanör’ü, bu çalışmayı izinsiz yaptığı gerekçesiyle ve ‘’meslekten men cezası’’ talebiyle YÖK Disiplin Kurulu’na sevk etti.
Aslında bu rapor münhasıran ‘’Kürt Sorunu’’ ile ilgili değildi. Türkiye’deki demokratikleşme konusunda yapılan çalışmaları ve bunun için gerekli olan atılımları anlatan çok geniş kapsamlı bir rapordu. Mevcut Anayasa’nın ihtiyaçları karşılamadığı ve yeni bir Anayasa’nın yapılması, idam cezasını kaldırılması, insan haklarının iyileştirilmesi, AB reformlarının hızlandırılması, işkenceyi önlemek için yasal iyileştirmeler yapılması, kültürel hakların tanınması için gerekli değişiklikler yapılması, MGK'de sivil üye sayısının arttırılarak, TSK'yi temsilen sadece Genelkurmay Başkanının bu toplantıya katılması, Siyasi Partiler Kanununun değiştirilmesi, partilerin iç işleyişinin demokratikleşmesi, seçim sisteminin yenilenerek siyasi partilerin seçim ittifakı yapmalarının önünün açılması, barajın makul bir seviyeye indirilmesi, nisbi takviyeli, iki turlu, dar bölge sisteminin getirilmesi, Terörle Mücadele Kanunu ve Ceza Kanunu'nda yasal düzenlemeler yapılması, ifade ve basın-yayın özgürlüğünü kısıtlayan hükümlerin gözden geçirilmesi, Ulusal Program'da kültürel hakların iki önemli konusu olan anadilde eğitim ve televizyon-radyo yayın konusuna açıklık getirilmesi, Anayasa'daki dil yasakları ve mevzuattaki öteki sınırlamaların kaldırılması, yargı bağımsızlığının tam olarak sağlanması talepleri bu rapor ile dile getirilmişti.
Raporda, Demokratikleşme Perspektifleri çerçevesinde Kürt Sorununun çözümü için bazı öneriler sıralanıyor ve ad koyma serbestliğinin tanınması, yerleşim yerlerine halkın kullandığı isimlerin verilmesinin yolunun açılması ve bu çerçevede Anayasa’da ilgili hükümlerin değiştirilmesi isteniyordu.
İşadamı Sakıp Sabancı da bir rapor hazırlatmış, sonuçlarını yaptığı bir konuşma sırasında kamuoyu ile paylaşmıştı. Sakıp Sabancı, bu konuşmasından sonra ulusalcı ve ırkçı cephe tarafından tam bir eleştiri bombardımanına tabi tutulmuş ve tehditlere varan hücumlara hedef olmuştu. Bu arada en sert ve en dikkati çeken eleştirilerden birisi MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş’ten gelmiş ve Sakıp Sabancı’yı ‘’çizmeyi aşmakla’’ suçlamıştı. Sabancı tarafından bu raporun kamuoyuna açıklanmasından sadece iki ay sonra Sabancı Center’de çok planlı olarak yapıldığı anlaşılan bir suikast gerçekleştirildi. Burada Sakıp Sabancı’nın kardeşi Özdemir Sabancı ile birlikte Sabancı Holding üst düzey yöneticilerinden iki kişi öldürüldü. Bu olayın içyüzünün bugün dahi çözülebildiğini söylemek mümkün değildir. Daha sonraları, bu suikastın Sakıp Sabancı’yı hedeflediği, ancak o sırada binada olmadığı için kurtulduğu iddia edildi. Bu suikastı gerçekleştirenlerden Fehriye Erdal yurt dışına kaçtı. Olaydan yaklaşık bir yıl sonra Mustafa Duyar, sürpriz bir şekilde teslim oldu. Mustafa Duyar, Afyon Cezaevi’nde 15 Şubat 1999’da çıkan bir isyan sırasında, Ergenekon bağlantıları araştırılan Nuriş Kardeşler(Vedat ve Nuri Ergin) tarafından öldürüldü. Kardeşlerden Nuri Ergin, hapishane penceresinden dışarıya seslenerek ‘’bu devlet bana Mustafa Duyar’ı öldürttü’’ diye seslendi. Mustafa Duyar’ın öldürülmesinin, Veli Küçük tarafından azmettirildiği, iddialar arasında yer aldı. Bu olaylar sis perdesi arkasında bütün yönleri ile araştırılmayı bekliyor.
Aslında benzer bir olay da, daha önceleri Adnan Kahveci’nin başına gelmişti. 1995 yılında bir Kürt Raporu hazırlayarak radikal sayılabilecek çözüm yollarını kamuoyu ile paylaşan Adnan Kahveci, raporu açıkladıktan üç ay kadar sonra bugün bile şüphe ile karşılaşılan bir trafik kazası geçirmiş ve bu kazada eşi ve çocukları ile birlikte hayatını kaybetmişti. Aslında bu konu bir mayınlı alandı ve meselenin çözümü için kafa yoranlar bir şekilde susturuluyorlardı.
Kürt Sorunu ile ilgili olarak hazırlanan raporlar sadece bu raporlardan ibaret değildi. PKK’nin sahneye çıkması ile birlikte konuya çözüm bulmak amacı ile birçok kişi ve kuruluş tarafından raporlar hazırlanmıştı. Fakat raporların çoğunun içi boştu ve mesele yalnızca bir ‘’güvenlik meselesi’’ olarak görülüyor, buna yönelik öneriler sunuluyordu. Bu konuda CHP, TOBB, Hak-İş, Türk-İş, İstanbul Sanayi Odası, İstanbul Ticaret Odası ve İktisadi Kalkınma Vakfı gibi kişi ve kuruluşlar da bu dönemde hazırladıkları raporlar ile konunun çözümü için kendi görüş ve düşüncelerini ifade ediyorlardı. TOBB adına bir rapor hazırlayan Prof. Dr. Doğu Ergil, bazı çevreler tarafından büyük hücum ve tehditlere hedef olunca çareyi yurtdışına gitmekte bulmuş ve bir süre yurt dışında gözlerden uzak yaşamayı tercih etmişti.
Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etütler Vakfı(TESEV) tarafından 2008 yılının Aralık ayında bir rapor hazırlanarak hükümete sunuldu. "Kürt Sorununun Çözümüne Dair Bir Yol Haritası: Bölgeden Hükümete Öneriler" başlıklı raporda, Kürt sorununun PKK'ya endekslenmemesi, siyasal, anayasal ve ekonomik reformların bir an önce yapılması istendi ve Kürtçe’nin ikinci dil ya da seçmeli dil olarak kullanılması gerektiği ifade edildi.


TRT ŞEŞ VEYA BİR TABU YIKILIRKEN


Yasaklarlarla, görmezlikten gelerek ve meselenin üzerini örterek bu konuyu çözmenin mümkün olmadığı yavaş yavaş anlaşılmaya başlandı. Bunca yasaklamalar istenilen neticeyi elde edememişti. Kürtçe unutulmamış ve Kürtlerin büyük bir çoğunluğu Türkleşmemişti. Bu durum karşısında akılcı bir yol takip etmekten başka bir çare bulunmuyordu. Nitekim öyle de oldu. TRT Kürtçe yayın hazırlığına başladı. Tarih olarak da 1 Ocak 2009 tarihi belirlenmişti. Açılış günü ekranlara şu anlamlı sözler yansıdı: ‘’Em di bın eyni esmani de ne’’ ‘’Hepimiz aynı gökyüzünün altındayız’’ anlamına gelen bu sözler, günün önemine çok güzel bir atıfta bulunmuştu. Mıhemedo şarkısı nedeniyle 1976 yılında aranan ve aynı yıl önce Suriye’ye ve ardından Almanya’ya kaçarak orada yaşamaya başlayan, yaptığı otuz kaset ve güçlü sesi ile müzik eleştirmenlerinin takdirini alarak ‘’Kürtlerin Pavarottisi’’ olarak anılan Şivan Perwer’in aynı şarkısının açılış günü seslendirilmesi de gerçekten çok ciddi ve iyi niyetli bir jest olmuştu.
TRT Şeş’in TRT’nin altyapısı ve imkânları ile yapılan ciddi hazırlıkların ardından çok kaliteli bir yayın ile seyircilerin karşısına, tabuları yıkan bir kanal ile çıkmayı başaran, kardeşliğe ve barışa büyük katkılarda bulunmasını gönülden temenni ediyoruz. TRT Şeş’in yayınında dikkat etmesi gereken çok önemli noktalar var. Cumhuriyetin kuruluşundan 86 yıl sonra çok ağır bedeller ödenerek ve çok büyük acılar yaşandıktan sonra hayata geçirilen bu çok ciddi proje, günü birlik politikaların aleti edilmeden geleceğe dönük büyük bir konseptle, yayınına büyük bir ciddiyetle devam etmelidir. Yayın politikasında göz önüne alınması gereken bazı hususları şöyle sıralayabiliriz:
a-Bu kanal, kendisini hiçbir kanalın alternatifi olarak görmemeli ve bu düşünce ile yola devam etmelidir.
b-Bir kültür kanalı olarak, önyargılardan uzak bir şekilde kültürel yapıyı ve zenginliği olduğu gibi yansıtmalıdır.
c-Bin yıldır bu insanları bir arada tutan mana ve inançlara çok özel ve yerinde vurgular yapılmalıdır.
d-Aile yapısını dejenere edecek yayın ve görüntülerden uzak durmalı, bölge insanının hassasiyetlerine titizlikle uyulmalıdır.
e-Dini yayınlar, baştan savma kabilinden yapılmamalı, sayı, kalite ve süresi arttırılmalıdır.
f- ‘’Dinyaya Dilan, Gulén Edebiyaté ve Rengé Şéwr钒 gibi büyük bir beğeni ile seyredilen programların sayısı arttırılmalıdır.
g- Bediüzzaman Said Nursi, Ahmed-i Cezeri, Ahmed-i Hani, Fakeyé Tayran, Ebdalé Zeynıké, Şeref Han gibi doğu insanın umumunun itimat ve sevgisine mazhar olmuş gönül ve edebiyat erlerinin eserleri hak ettiği şekilde mutlaka değerlendirilmelidir.
h- Çok uzun ve zorlu bir süreçten geçilerek, ‘’dağ Türkleri’’ masalından ‘’kart kurt’’ sesleri arasından ve büyük acılar yaşanarak gelinen bu önemli nokta, modası geçmiş ideolojilerin, evham ve korkuların kurbanı edilmemelidir.
Son zamanlarda konunun barış ve kardeşlik zemininde çözümü için atılan iyi niyetli adımlara hergün yenileri eklenmektedir. 15–16 Şubat 2009 tarihinde Abant Platformu tarafından Irak Kürt Bölgesel Yönetimi Başkenti Erbil’de düzenlenen ‘’Kürt Sorunu: Barışı ve Geleceği Birlikte Aramak’’ başlıklı konferans, gerçekten hem zamanlama ve hem de seçilen yer itibarıyla büyük takdir topladı. Bu önemli toplantıya, Türkiye’den yüze yakın gazeteci, yazar ve akademisyenin katıldı. Bölgeden de çok sayıda aydın ve akademisyenin katıldığı bu konferansın sonuç bildirinde yer alan hususlar ile çok önemli noktalara vurgular yapıldı. Bu mutabakat konularının başlıcaları şöyle sıralanabilir: ‘’Tarih, coğrafya ve kültür, Türk-Kürt halklarını kardeş kıldı. Bize düşen bu kardeşlik bağlarını güçlendirmektir. Etnik milliyetçilik üzerinde kurulan her türlü politikayı reddediyoruz. Demokratik hak ve hürriyetlerin güvence altına alınması, kurumların güçlenmesi ve ilişkilerde demokratik aktörlerin seferber edilmesi taraflarca vazgeçilmez addedilmektedir. Medyada barışçı, saygılı ve yapıcı bir dilin egemen olmasına gayret gösterilmelidir. Her türlü sorunun çözümünde şiddet yöntemlerini reddediyoruz.’’
Bu arada 1 Mart 2009 tarihinde Şanlıurfa’da ADAG(Akademik Araştırma, Dayanışma ve Geliştirme Vakfı) tarafından düzenlenen ve büyük bir takdir ve ilgi ile takip edilen ‘’Terörün Dinamikleri ve Çözüm Yolları’’ panelinden de kısaca bahsetmek gerekir. Değerli akademisyenlerin, meseleyi bütün yönleri ile ve objektif bir şekilde ortaya koyma gayretleri göz ardı edilmemeli, mutlaka değerlendirilmelidir. Ortam sakinleştikçe, önyargılar yıkılıp, korku dağıldıkça bu meselede yapılacak iyi niyetli ve yapıcı çalışmaların artacağından şüphe yoktur.

Cumhuriyet dönemi boyunca Kürt meselesinin kültürel, demokratik ve sosyal yönü ısrarla görmezlikten gelinerek, yalnız güvenlik ve asayiş yönüne vurgu yapılmış ve buna yönelik tedbirler alınmıştır. Bu sürgün, tehcir, yasaklama ve asimilasyon politikalarının ve Diyarbakır zindanlarında yapılan işkencelerin bir çözüm olmadığı bugün bariz bir şekilde ortaya çıkmıştır. Diyarbakır zindanında büyük işkencelere maruz kalan Felat Cemiloğlu, hapisten çıktıktan sonra kendi ifadesi ile ‘’yaşlı olduğu için dağa çıkamamış’’, fakat son otuz kırk yılda on binlerce genç, bu istismar ve yanlış politikaların kurbanı olarak dağa çıkmış ve buralarda öldürülerek, aile ve çevrelerinde kapanması zor yaraların açılmasına neden olmuşlardır. Aynı şekilde ülkenin birçok bölgesine gönderilen şehit cenazeleri ile çok sayıda vatan evladı genç yaşta bu hayata veda etmiş, arkalarında gözü yaşlı anneler, eşler ve çocuklar bırakarak çok hazin ve elim bir şekilde ebediyete intikal etmişlerdir. Bu istismar zemini, tetikte bekleyen güçler tarafından hep kaşınılmış, ülkede büyük bir ekonomik kayıp ile birlikte yılların ve yüz milyarlarca doların heder olmasına neden olmuştur.
Kürtçe televizyon yayını konusunda anlamsız ve yararsız bir direnç gösterilmiş, zaman zaman da bunları telaffuz etmek, neredeyse vatan hainliği sayılmıştır. Dünyanın her tarafında, her isteyenin basit bir uydu anten ile istediği dilde televizyon seyretmesinin son derece kolay olduğu ve bunu önlemenin mümkün olmadığı bir dünyada, Türkiye’nin bu gelişmelere seyirci kalması elbette beklenemezdi. Birinci sınıf vatandaş denilen ve ülkenin her tarafında yaşayan milyonlarca insanı böyle bir haktan mahrum bırakmak, sanki yurt dışından yayın yapan ve art niyetli grupların kontrolünde olan yayınlara bir yönlendirme yapmak ve onlara mahkûm etmek anlamını taşıyacaktır.
Bu arada, yeni yapılan acı bir itirafa da değinmeden geçmemek gerekir. Bugün seksen bir yaşında olan, 12 Eylül döneminin İçişleri Bakanı ve yılların deneyimli diplomatı İtler Türkmen’in Mehmet Gündem’le yaptığı bir röportajda kullandığı enteresan ifadeler üzerinde defalarca durup düşünmek gerekir. Aynı zamanda son günlerde çokça tartışılan ve aralarında Emekli Genel Kurmay Başkanları İsmail Hakkı Karadayı ve Hüseyin Kıvrıkoğlu ile TBMM eski Başkanlarından Necmettin Karaduman gibi şahısların da üyesi olduğu ve mahiyeti tam olarak bilinmeyen ‘’Encümen-i Daniş’’ üyelerinden İtler Türkmen bu konuşmasında ‘’ Cumhuriyetin en büyük başarısızlığı Kürt meselesidir. Türkiye milli enerjisinin büyük bir kısmını bu yolda israf etmektedir. Türkiye, Kürt sorununun çözümlenmesini sağlayacak bir politika üretmekte daha fazla gecikemez. Başından itibaren teşhisi yanlış koydu. Asimilasyonla hallederiz dediler ama olmadı. Meseleyi terör meselesi olarak gördü. Ekonomik, sosyal, kültürel, kimlik boyutunu göremedi. İhmallerle olayı bu dereceye getirdi.’’ diyecek ve belki de bu meselede bir kesimin yaşadığı hayal kırıklığını çok açık bir şekilde ifade edecekti.(1)
Üniversitelerde Kürt Dili ve Edebiyatı Bölümünün açılması bin yıllık kardeşliğin pekişmesine katkısı olacaktır. Bediüzzaman Hazretlerinin yüz yıl önce teklif ettiği projenin haklılığının tescili olan bu gelişmelerden sonra asıl büyük adımı atmak için daha fazla beklemeye ve zaman kaybetmeye gerek yoktur. Çözümün etrafında dolaşmaktan ziyade, esas ‘’Kardeşlik ve Barış Reçetesini’’ uygulamak için kolları sıvamanın tam zamanıdır. Doğu illerinin birinde ve tercihen Van’da Türkçe, Arapça ve Kürtçe dillerinin okutulacağı bir büyük üniversitenin açılması ile birlikte bütün İslam Âlemi ve özellikle Orta Doğu’da kalıcı bir barışın ve kardeşliğin sağlam bir zeminde ve gelecek asırlara kadar uzanacak bir vizyonla kurulmasının yolu açılmalıdır.
Hükümetin, meseleyi doğru zemine çekerek çözümü için gayret etmesi aklın ve vicdanın gereğidir. Meselenin bu noktaya gelmesinde Avrupa Birliği’nin olumlu etkisi olduğu söylenebilirse de bu etki fazla önemli değildir. Önemli olan doğru yolda, doğru adımların cesaretle atılmasıdır. Dâhildeki istismarcı güçlerin ve derin mahfillerin her türlü tezgâh, tertip ve provokasyonlarına hiç aldırmadan milyonlarca vatandaşının beklentilerine cevap vererek kardeşlik elinin uzatılması, gelecek için ümit vericidir. Bu durum; birlik, beraberlik ve kardeşliği takviye ve tahkim edecektir.
Bu arada, önemli bir tehlikeye de işaret etmek gerekir. Yüz yıla yakın bir zamandır, gerginlikten ve çözümsüzlükten nemalanan ve fitne ve kargaşa ortamından beslenenler, bu gidişatı sabote etmek için provokatif hareketlere ve eylemlere girişebiliriler. Varlık sebepleri yavaş yavaş ortadan kalkan şer odaklarına, bugün her zamankinden daha fazla dikkat etmek ve tahriklere kapılmamak lazımdır. Bu teşebbüslerin Türkiye Cumhuriyeti’ni bölmeye dönük olduğunu iddia edenlerle, yapılan bu hayırlı teşebbüsü küçümseyenler, aslında aynı amaca hizmet etmektedirler. Devlet yöneticilerinin ve vatandaşların, bu süreci sükûnetle aşmaları ve daha güzel günlere ulaşmak için sabırlı ve dikkatli olmaları, atılan adımların başarılı olması için şarttır. Ulaşılacak birlik ve beraberlik ruhu ve kardeşlik, Türkiye’de yaşayan bütün insanların yararına olacaktır.
Türkiye değişiyor. Dünya süratle değişiyor. Dünya ile birlikte, Türkiye’de bu değişimin dışında kalmıyor, kalamıyor. Bu değişim devam edecek. Tam demokrasi tesis edilene kadar bu değişim devam edecek. Hep iyiye, hep güzele, hep doğruya gitmek için bu değişim ve gelişim devam etmeli. Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı olarak Recep Tayip Erdoğan’ın açılışta yaptığı ‘’TRT Şeş bi xér bé.’’(TRT Şeş hayırlı olsun) sözleri güzel bir jest olmuştur. Biz de aynı dileği, Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün vatandaşlarının tam kardeşçe ve eşit bireyler olarak yaşadığı bir ülke temennisiyle tekrarlıyoruz. TRT ŞEŞ’in açılışına katılan Diyarbakır’lı bir politikacı olan Abdülkadir Aksu’nun ‘’ANA DİLİ, ANA SÜTÜ GİBİ HELALDİR’’ sözü de fıtri bir gerçeğin ifadesidir.

1-Yeni Şafak Gazetesi, 09.03.2009




SONUÇ VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ


Kürt Meselesi, her ne kadar bazıları tarafından farklı şekillerde isimlendirilmiş olsa bile, Cumhuriyetin ilan edilmesi ile birlikte ülkenin en önemli problemlerinden biri olarak bir karşımızda durmaktadır. Bu meselenin çözümü için her zaman akla güvenlik tedbirleri gelmiş, meselenin demokratik bir zeminde, insan hak ve hürriyetleri bağlamında çözülmesi gerektiği konusu, nedense hep görmezlikten gelinmiştir. Şeyh Said isyanı ile birlikte zecri tedbirlere başvurulmuş, isyan ile alakası olmayan on binlerce insan yerlerinde yurtlarından edilerek, Anadolu’nun iç kesimlerine sürgüne gönderilmiştir. Memleketlerinin en muteber, en saygın ve en zengin birçok ailesi, gurbet ellerde iskan ettirilerek sefalet ve sıkıntılara mahkum edilmişlerdir. 1938 yılında da, yeni bir sürgün dalgası yaşanmış, bu tehcir ve iskânlar ile Kürtlerin asimile edilerek, meselenin tamamen çözüleceği sanılmıştır. Yine özellikle doğuda çok sayıda Yatılı Bölge Okulları açılmış, Kürtçe’nin konuşulmasının yasak olduğu bu okullarda, ailelerinden yıllarca uzak bırakılan çocuklar asimile edilerek meselenin çözüleceği zan edilmiştir.
Bu sürgün, tehcir, yasaklama ve asimilasyon politikalarının ve Diyarbakır zindanlarında yapılan işkencelerin bir çözüm olmadığı zamanla anlaşılmış olsa bile, meselenin kültürel, demokratik ve sosyal yönü ısrarla görmezlikten gelinerek, yalnız güvenlik ve asayiş sorunu olarak görülüp, buna yönelik tedbirler alınmıştır. Bu istismar zemini tetikte bekleyen güçler tarafından hep kaşınılmış, ülkede büyük bir ekonomik kayıp ile birlikte yılların ve yüz milyarlarca doların heder olmasına neden olmuştur.
1991 yılında 12 Eylül’ün üzerinden 11 yıl geçtikten sonra yeniden Başbakan olan Süleyman Demirel, bu dönemdeki ilk gezilerinden birisini Diyarbakır’a yapmış ve burada yaptığı konuşmada ‘’Kürt realitesini tanıdıklarını’’ ifade etmiştir. Fakat bu realite sadece demeçlerde kalmış, Ankara’ya dönülünce, bürokratik devletin ve derin mahfillerin katı ve ırkçı tutumları karşısında hiç bir mesafe alınamamış, bu önemli mesele sözlerle geçiştirilmeye çalışılmıştır.
Kürtçe televizyon yayını konusunda anlamsız ve yararsız bir direnç gösterilmiş, zaman zaman da bunları telaffuz etmek, neredeyse vatan hainliği sayılmıştır. Dünyanın her tarafında, her isteyenin basit bir uydu anten ile istediği dilde televizyon seyretmesinin son derece kolay olduğu ve bunu önlemenin mümkün olmadığı bir dünyada, böyle bir konuda gösterilen bu inat, bu meselede sanki basiretin bütünüyle bağlandığı kanaatini veriyor. Birinci sınıf vatandaş denilen ve ülkenin her tarafında yaşayan milyonlarca insanı böyle bir haktan mahrum bırakmak, sanki yurt dışından yayın yapan ve art niyetli grupların kontrolünde olan yayınlara bir yönlendirme mi yapılıyor sorularını gündeme getiriyor.
Yüz yıla yakın bir süredir kanayan bir yara olarak karşımızda duran bu büyük ve önemli meseleyi kalıcı bir şekilde çözmek ve tekrar bir problem olarak ülke gündemine girmesini engellemek için çok dikkatli olunmalı, hassasiyetler göz önüne alınmalı, geçmiş tecrübelerden ön yargısız yararlanılmalıdır. Bu ülkenin bütün insanlarının dünya durdukça beraber ve barış içinde yaşamalarını temin edilmeli ve bunu sağlam ve kararlı bir irade ile ortaya koyulmalıdır.

Bunun için aşağıdaki çözüm önerileri mutlaka göz önüne alınmalıdır:

1-TELEVİZYON YAYINI

Devletin resmi dili Türkçedir ve bu Anayasa ile güvence altına alınmıştır. Buna kimsenin bir itirazının olması elbette söz konusu olamaz. Fakat bu durum, ülkede yaşayan diğer insanların dillerinin kullanılmasına elbette engel bir durum değildir.

Fakat bu çalışmanın çeşitli yerlerinde ifade edildiği gibi, Cumhuriyet tarihi boyunca bu konuda çok katı ve ırkçı uygulamalarda bulunulmuş ve diğer diller ve özellikle Kürtçe üzerinde çok katı ve radikal yasaklamalara girişilmiştir. Bu uygulamaların sonucu olarak çok sayıda insan mağdur edilmiş, çok sayıda trajikomik olay yaşanmıştır. Bu durumun elbette sonsuza devam etmesi mümkün değildi ve öyle de oldu.
TRT Şeş ile çok cesur ve gerçekçi bir adım atılmıştır. Bu önemli ve kararlı adım ile kıyamet kopmamış ve ülke bölünmemiştir.
Milyonlarca vatandaş, vergilerini verdikleri, askere gidip gerekirse canlarını verdikleri devletlerinin kendilerine sağladığı böyle bir imkan sonucu anadilleri ile televizyon yayını seyretme imkânına kavuşmuşlardır. Bu adımı takviye edecek yeni adımların da cesaretle atılması gerekir. TRT Şeş ile atılan bu önemli adım kanuni düzenlemeler ile sağlam ve kalıcı bir zemine oturtulmalıdır. Özel TV’lere de makul bir süre ile Kürtçe yayın izni verilmeli, aynı izin özel radyolar için de sağlanmalıdır.

2- KORUCULUK SİSTEMİ

PKK Terörünün artması ile birlikte alınan tedbirlerin en dikkat çekeni ‘’Koruculuk’’ sistemidir. Bu sistemin terörle mücadelede ne kadar başarılı olduğu konusunda bugüne kadar kapsamlı bir araştırma yapılmamıştır. Yetmiş bin civarında insana silah verilmiş, maaş bağlanmış ve bunlardan kendi köylerini, kasabalarını PKK’ya karşı korumaları istenmiştir. Bazı aşiretler bunu geçim ve rant kapısı yapmış, bazıları da hiç istemediği halde devletin baskısı sonucu bu silahları kabul etmek zorunda kalmıştır. Şüphesiz ki bu insanların olumlu sayılabilecek çok hizmetleri olduğu göz ardı edilemez. Ancak hiçbir askeri eğitimleri olmayan, böyle bir mücadeleye girişebilecek bilgi ve özelliklere sahip olmayan bu insanların, bölgede var olan problemlere bir başka problem daha eklediği, bugün hemen hemen herkes tarafından kabul edilmektedir. Silah ve maaşı kabul eden bazı aşiret ve şahısların, bunları ve devlet gücünü, düşman oldukları, ancak PKK ile hiçbir organik bağı olmayan insanlara ve aşiretlere karşı da kullandığının çok sayıda örneklerinden bahsedilmektedir. Sultan Abdülhamid tarafından doğuda sükûneti, barışı korumak ve Ermeni çetelerin vermiş oldukları zararları önlemek ve bertaraf etmek maksadıyla kurulan Hamidiye Alayları için de aynı şeyi söylemek mümkündür. Bazı aşiret alayları bölgede büyük zulümlere sebebiyet vermiş, halkın mal ve can güvenliği büyük zarar görmüştür. Bunlar ‘’var olan iltihabı ziyadeleştirmekten’’ başka bir iş yaramamış, adeta ‘’aç olan birisine hazım ilacı vermek kadar’’ bünyede tahribata neden olmuşlardır.

Korucuların sebep olduğu çok sayıda trajik olayın en son ve en hazin örneği 5 Mayıs 2009 tarihinde Mardin’in Mazıdağı İlçesine Bilge Köyünde yaşanan ve 44 kişinin ölümüyle sonuçlanan vahşi ve barbarca katliamdır. Akraba olan insanların birbirlerini devletin verdiği silahlarla hiçbir acıma hissi taşımadan öldürmelerine sebep olan olayların perde gerisinde hangi sebeplerin yattığı tam olarak anlaşılmamış olsa bile, böyle bir olay bile tek başına ‘’Koruculuk’’ müessesesinin çok esaslı bir incelemeye tabi tutulması için yeterli bir sebep olarak karşımızda durmaktadır.
Olayların da bitme noktasına geldiği böyle bir aşamada, bölge insanı tarafından da gönülden benimsenmeyen ’’Koruculuğun’’ olumlu yanları ve etkisini başka yollarla sağlayarak suistimalleri önleyecek şekilde tedrici olarak kaldırılması için gerekli çalışmalar derhal yapılmalı ve daha fazla gecikilmemelidir.

3- KÖY-KASABA VE ŞEHİR İSİMLERİ

Binlerce yıldan beri kullanılan yerleşim yerlerine ait isimler çeşitli zamanlarda alınan kararlar ile peyderpey değiştirilmiş ve buralara Türkçe isimler verilmiştir. Aradan bunca yıl geçmesine rağmen yeni verilen Türkçe isimler sadece resmi işlemlerde kullanılmış ve halk kendi arasında buraları esas isimleri ile anmaya devam etmiştir. Asimilasyon politikalarının sonucu olarak değiştirilen köy, şehir ve bölge isimleri tekrar geri verilmeli ve halkta güven duygularının yeniden oluşması için katkıda bulunulmalıdır.

4-EĞİTİM KONUSU

Cumhuriyet ile birlikte çıkarılan Tevhid-i Tedrisat Kanunun gereği olarak din ve fen ilimleri birlikte okutulması gerekirken maalesef uygulamada eğitim sistemimizden din ile ilgili müspet konular çıkarıldı. Daha çok ateizmi çağrıştıran bir eğitim sistemi uygulanmaya başlandı. Uzun yılar süren bu yanlış ve manevi değerlerden yoksun bir eğitim sonucu yetişen insanlar birçoğu, ülkenin birlik ve beraberliği ile barış ve huzuru için potansiyel birer tehlike haline geldiler. Anarşi ve terör olayları zaman zaman dış unsurların da karışması ile çok ciddi boyutlara ulaştı. Ülke bu olaylar sonucu büyük enerji ve moral kayba uğradı. Ekonomik kayıplar çok ciddi rakamlara ulaştı.
Ülkenin genelinde olduğu gibi bu uygulamanın Kürtler üzerindeki etkisi de çok büyük oldu. Böyle bir eğitimden geçen ve materyalist düşünceleri benimseyerek yetişen bu insanlar, İslam kardeşliği düşüncesinden koparak, ayrılıkçı fikirler taşımaya ve bu düşüncelerin paralelinde ideolojileri benimsemeye başladılar. Bu amaca hizmet eden çok sayıda örgüt kuruldu. Bu örgütlerde kendilerine yer bulan gençler, birleştirici unsurların yokluğu veya bu düşüncelerin tahrip edilmiş olması sonucu devlete yabancılaştılar. Devlet, bir bakıma bu yanlış eğitim sistemi ile kendi kendine büyük bir zarar vermiş oldu.

Doğu’daki şehir ve kasabaları uzun yıllar gezdikten ve medreselerin durumunu inceleyen Bediüzzaman Türkçe, Arapça ve Kürtçe dillerinin okutulacağı ve bütün Orta Doğu, Orta Asya ve Kafkasya’ya hitap edecek ve Mederesettüzzehra adının verdiği Dar-ül Fünun’ların kurulması için hazırladığı projeyi Sultan Abdülhamid’e sunmak ve onayını almak için 1907 yılının sonunda İstanbul’a gider. Projesinin gerçekleşmesinin o kadar kolay olmadığını görür, fakat mücadeleden vazgeçmez. Çok büyük sıkıntılara ve baskılara maruz kalır. İstanbul’u gördükten sonra bu durumu şu şekilde izah eder: "Evvel Kürdistan'da fenalığın sebebi, Kürdistan'ın uzvu hastalanmış zannediyordum, Vakta ki, hasta olan İstanbul'u gördüm… teşrih ettim (açtım baktım) anladım ki, kalbindeki hastalıktır her tarafa sirayet eder. Tedâvisine çalıştım; bir divanelikle taltif edildim."

Bediüzzaman, bütün hayatı boyunca bu tehlikelerin önüne geçmek maksadıyla bölgenin dertlerine bir çare olarak gördüğü Medresetüzzehra projesinin takipçisi olmuş ve bu projenin aşağıda belirtilen büyük faydaları netice vereceğini ifade etmiştir. Öncelikle bu üniversite İran, Arabistan, Kafkasya, Türkistan, Mısır, Afganistan, Pakistan gibi İslâm merkezlerine yakınlığıyla beraber, aynı zamanda Doğu Anadolu'nun merkezinde bir kalp hükmüne geçecek; bir merkez olarak, bütün Asya ve İslâm âlemini alâkadar edecek bir mahiyet ve ehemmiyette olacak; bu eğitim kurumunun gerçekleşmesi sonucu İslâm kavimlerini ırkçılık illeti ifsad etmeyecek; burada din ve fen ilimleri beraberce okutulurken, aynı zamanda hürriyet ve demokrasinin güzellikleri de ilân ve ispat edilecek; özellikle İslâmîyet, paslandırıcı hurafe ve taassuplardan tamamıyla temizlenecek ve burası bir mektep olduğu kadar, aynı zamanda medrese ve tekke vazifesini de görecektir. Bütün bu muhteşem neticeler için bu büyük projenin gerçekleşmesi için büyük gayret gösteren Bediüzzaman, resmi olarak buna muvaffak olamamış olsa bile, Risale-i Nur Hareketi ile kurduğu Nur Mekteb-i İrfanı’nın neticesi olarak, milyonlarca insanın yanlış ideoloji ve düşüncelere yem olmasını engellemiş, bu vatanın ilim ve irfanı ilr birlik, beraberlik ve huzuruna baha biçilmez bir hizmette bulunmuştur.

Bediüzzaman Hazretlerinin büyük bir öngörüde bulunarak 1907 yılından itibaren defalarca dile getirdiği, ana dilde eğitim konusuna demokratik hak ve özgürlükler çerçevesinde mutlaka bir çözüm getirilmelidir. Medresetüzzehra modeli mutlaka hayata geçirilmelidir. Bölge dillerinin eğitim dili olarak kabul edildiği bazı Üniversiteler, bölgenin önemli merkezlerinde kurulmalıdır. Veya mevcut bazı Üniversitelerde kurulacak Kürtçe Ana Bilim dalları ile de aynı ihtiyaç karşılanabilir. Bu durum ayrıca ülkenin diğer komşu ülkelerle ile bir büyük kültür ve kardeşlik köprüsünün kurulması demektir. Bediüzzaman’ın Van, Bitlis ve Diyarbakır illeri için düşündüğü ve önerdiği Medresetüzzehra projesi yeni bir anlayışla ele alınmalı ve bu vesile ile İslam Âlemi düzeyinde bir dayanışma ve işbirliği yolunun açılabileceği unutulmamalıdır.

5- EKONOMİK KALKINMA

Bölgeden Batı bölgelerine uzun yıllardan beri ekonomik sıkıntılar ve terör olayları nedeniyle büyün bir göç yaşanmıştır. Bölgedeki bazı şehirlerin de nüfusu büyük oranda artmış ve adeta büyük köyler meydana gelmiştir. Bölgenin en büyük geçim kaynağı olan tarım ve hayvancılık, köylerin boşalması ve göç olayları nedeniyle bitme noktasına gelmiştir. Yeterli bir güven ortamının olmaması yüzünden sermaye akışı çok yetersiz düzeyde kalmış, istikrarsız ekonomik politikalar sonucu bölge istenen düzeyde gelişmemiştir. Bölgedeki gelişmişlik göstergeleri Türkiye’nin ortalamasının çok altında bulunmaktadır.

İşsizlik oranının da Türkiye ortalamasının çok üstünde olması nedeniyle, yanlış yönlere kanalize edilebilecek bu büyük kitlenin çalışabileceği iş alanları mutlaka açılmalıdır.

Bölge insanının belini büken ekonomik sorunlara mutlaka en kısa sürede çözüm getirilmeli, ‘’pozitif ayrımcılıkla’’ yılların ihmalleri kısa sürede giderilmeye çalışılmalıdır. Zaman zaman çeşitli hükümetler tarafından bölgenin ekonomik yönden kalkınması için bazı tedbirler ve teşvikler alınmış olsa bile, bunların doğu ile batı arasındaki gelişmişlik farkını makul bir düzeye indirmek için yeterli olmadığı ortaya çıkmıştır. Bu konuda uzun vadeli ve gerçekçi bazı tedbirler alınarak bölge insanının refah düzeyinin yükseltilmesi için gerekli tedbirler mutlaka alınmalıdır. Bu meselenin çözümü için Irak ile sınır ticareti geliştirilmeli, daha fazla ticaret imkânları araştırılmalıdır.

6- İSLAMİ KONULARDA GEREKLİ HASSASİYETİN GÖSTERİLMESİ

Kürtlerin en bariz vasıflarının başında dini ve İslami konulara olan bağlılıkları ile bu konuda gösterdikleri hassasiyettir. Bu hassasiyetler göz önüne alınmadan, din ve İslamiyet’ten sarf-ı nazar edilerek atılacak hiçbir adımın istenen neticeyi vermeyeceği tecrübelerle sabit bir hale gelmiştir. Kürtler İslamiyet’i kabul ettikten sonra, sosyal hayatlarının en belirleyici unsuru İslamiyet olmuştur. ‘’Kürtler, çoğunluk itibariyle Sünnî'dir ve İmam–ı Şafiî (ra) mezhebine bağlıdır. İslâm şeriatıyla hareket etmekte, yaratılmışların efendisi olan Hz. Muhammed'in (ASV) sünnetine ve doğru yolu gösterici büyük halifelerin yoluna uymakta sağlam azimleri vardır. "Bundan dolayı, onlar namaz, hac, zekât ve oruç gibi dinîn esaslarını kendilerine öğreten İslâm âlimlerinin nasihatlerine uyarlar. Çünkü, onların bu işlere tam bir teslimiyet ve sağlam bağlılıkları vardır. "Kürtler, birbirlerinin sözlerine uymazlar, aralarında ittifak ve işbirliği yoktur. Sultan 3. Murad Hanın müderrisi olan Mevlânâ Saadeddin, Tacüttevarih adlı eserinde bu duruma işaret ederek, Kürtlerin karakter ve fıtrî hallerini şöyle anlatır: 'Her biri dağ doruklarında ve vadi derinliklerinde, tek başına ve hür olarak yaşamayı tercih eder, keyfince ve münferit yaşama bayrağını kaldırır. Allah'ın birliğini ifade eden Müslümanlıktaki Kelime-i Şehadetten başka, onları birbirine bağlayan sağlam bir bağ yoktur.’’ Yüzyıllar boyunca insanlarımızı bir arada tutan en sağlam bağın İslam kardeşliği olduğu unutulmamalı, İslam terbiyesinin zedelenmesi ile büyük yara alan bu kardeşlik duygularının yeniden canlanması için eğitim çalışmalarına önem verilmelidir.

1922 yılının Kasım ayı sonlarında kendisine yapılan müteaddit davetleri kırmayarak Ankara’ya gelen ve Büyük Millet Meclisi tarafından resmi bir tören ile karşılanan Bediüzzaman Said Nursi, ülkenin geleceğinin şekilleneceği bu Meclis’te bir beyanname hazırlar ve milletvekillerine dağıtır. Bu beyannamede ülkenin geleceğini kurtarmaya çalışan bir münevverin basiretli ikazlarını görmek mümkündür. Özellikle doğu ile ilgili tespitler çok önemlidir. Bunlar şu şekilde ifade etmek mümkündür: ‘’Bu millet-i İslamın cemaatleri, her ne kadar bir cemaat namazsız kalsa, hatta fasık da olsa, yine başlarındakini mütedeyyin(dindar) görmek ister. Hatta, umum Şarkta, umum memurlara dair en evvel sordukları sual bu imiş: 'Acaba namaz kılıyorlar mı?" derler. Namaz kılarsa, mutlak emniyet ederler, kılmazsa, ne kadar muktedir olsa, nazarlarında müttehemdir. (suçludur) Bir zaman, Beytüşşebap aşairinde isyan vardı. Ben gittim, sordum: "Sebep nedir?" Dediler ki: "Kaymakamımız namaz kılmıyordu; öyle dinsizlere nasıl itaat edeceğiz?" Halbuki, bu sözü söyleyenler de namazsız, hem de eşkıya idiler. Enbiyanın ekseri Şarkta ve hükemanın ağlebi(filozofların çoğunun) Garbda gelmesi Kader-i Ezelinin bir remzidir ki, Şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbdir, akıl ve felsefe değildir. Madem Şarkı intibaha getirdiniz; fıtratına muvafık bir cereyan veriniz. Yoksa, sa’yiniz ya hebaen mensura gider veya sathî kalır.

Bu düşüncelerin ışığında bölgeye gönderilecek memurların ve özellikle idarecilerin, bu konulara çok dikkat etmesi gerekir. Bölge sürgün yeri olmaktan mutlaka çıkarılmalıdır. Halkın dini inançlarına saygılı, demokrasiyi özümsemiş, işinin ehli, kabiliyetli, adil, müşfik ve vatandaşlar ile sağlıklı diyalog kurabilecek vasıflara sahip görevlilerin atanması ile halkta devlete karşı güven duyguları gelişecek, problemlerin çözümü kolaylaşacaktır.

7- DEMOKRATİKLEŞME

Türkiye’de demokrasinin gelişimi, çok sıkıntılı bir süreç geçirerek devam ediyor. Bu sıkıntılı süreç aslında Meşrutiyet ile başlamış ve birçok engellemeler, savaşlar, darbeler ve askeri müdahaleler ile çok yavaş bir seyir izlemiştir. ‘’Müsavat, hürriyet, adalet’’ kavramlarını kullanarak yönetimi ele geçiren İttihat ve Terakki Cemiyeti, gerekli olan basiret ve toleransı gösterecek kabiliyet ve iradeyi gösterememiş ve daha sonra yönetim İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin İstibdadına dönüşmüştür.

Burada yeri gelmişken önemli bir hususa da işaret etmekte fayda görüyoruz. İttihat ve Terakki Cemiyeti, kurulurken çeşitli milletlere mensup birçok aydını bir araya getirmiş ve ‘’Osmanlılık’’ kavramının etrafında bir araya gelerek, devletin kurtuluşunun ancak bu görüş ile mümkün olabileceği tezi ileri sürülmüştür. Bu tez etrafında birçok millete mensup aydınlar bu harekete kuvvet vermiş ve örgütlenmesinin de büyük oranda bu sayede gerçekleştirmişti. Ancak yönetimi ele geçirdikten sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde bir dönüşüm yaşanmış ve Türkçülük fikrinin ağır basmaya başladığı görülmüştür. Bu değişim ile birlikte ‘’Türkçülük’’ düşüncesi devletin resmi bir politikası haline gelmiş ve Cumhuriyetin kurulması ile birlikte bu politika daha da şiddetlendirilerek katı uygulamalarla sürdürülmüştür. Bu dönüşümün sonucu olarak tepkiler de ortaya çıkmış, birçok aydın cemiyetten ayrılmış, diğer milletlere mensup aydınların bir araya gelmesi ile tepkisel milliyetçilikler ortaya çıkmıştır. Kürt milliyetçiliğinin ortaya çıkması da bu döneme rastlamaktadır.

Ancak Meşrutiyetin ilanından sonra İslamiyet namına Meşrutiyete sahip çıkan Bediüzzaman, İstanbul’da bulunan ve gelişmelerden tedirgin olan Kürtleri ikna etmek ve aydınlatmak için çok yoğun faaliyetlerde bulunmuş, daha sonra Şark’a giderek aşiretleri dolaşmış ve onların sorularına cevap vererek, bu konudaki tereddütleri izale etmeye çalışmıştır. O dönemde İstanbul’da çok sayıda Kürt hamal bulunmaktadır. Bunların yanlış bazı maksatlara alet edilmesi mümkün olduğundan bunlara hitaben bir konuşma yapan Bediüzzaman ekilmek istenen ayrılık tohumlarına karşı şunları söylemektedir:

"Altı yüz seneden beri, bayrak–ı tevhidi umum âleme karşı ilân eden; ve istibdada şiddet–i itaat ve terki adeti milliye ile ihtiyarlanan bizim şanlı Türk pederlerimize kuvvet ve cesaretimizi peşkeş ve hediye edelim. Ona bedel, onların aklı ve marifetinden istifade edeceğiz. Ve asaletimizi de göstereceğiz. Elhasıl: Türkler bizim aklımız, biz de onların kuvveti… mecmuumuz bir iyi insan oluruz. Hodserane yapmayacağız. Bu azmimizle başka unsurlara ders–i ibret vereceğiz. Hem de, istibdat zamanında bir batman itaat etmiş isek, şimdi bin batman itaat ve ittihad farzdır. Zira şimdi sırf menfaatı göreceğiz. Çünkü hükûmet–i meşrûta, hakikî hükümet-i meşruadır.’’

Daha sonra halka hitap eden Bediüzzaman, Kürtlerin ve bütün millet–i İslâmın hayat ve necatının ittihad–ı millette olduğunu söyler ve Meşrutiyet ile Kürtlerin rahata ve huzura kavuşacağını şu sözlerle ifade eder. "Ey bağlı arslanlar gibi efrad–ı Ekrad! Şimdiye kadar iki cihetle esir idinîz. Biri, hükûmet–i müstebidenin tekalif–i zalimanesi ile, diğeri, bazı zalimlerin gasb ve gareti tecavüzatiyle. Şimdi bu inkılâbı azimden sonra azadesiniz. Her biriniz, âleminizde hükûmet–i meşrûta–i meşrûanın tekâlifi adilanesine itaat ve hukuk–u gayra men–i tecavüz şartıyla birer padişah gibisiniz. Bu saltanatı şahsiyeyi muhafaza, teşebbüsü şahsî ile ellerinizden geldiği kadar bu ittihad–ı millete ve meşrûtiyete her cihetle hizmet ediniz. Zira bizim, belki umum milleti İslâmın ve mutlak Osmanlıların necat ve hayatı, bu ittihad–ı milletle kaimdir. Ey umum Ekrad! Gözünüzü açınız, sabah geldi. Ve müteyakkız olunuz. Sizin ihtilâf ve keşmekeşinizden efkâr–ı faside sahibi istifade etmesin. Bu şanlı olan ittihadı milleti fena bir hastalığa hedef etmesinler. Zira o vakit millet ve İslâmîyet size dâvâcı olacaktır. Zaman size sille vurmakla o ihtilâf ve keşmekeşi atacaktır. Namusunuzu isterseniz, tokat yemeden atınız…"

Demokratikleşme çabalarına hız kazandırılması, sorunun temelden çözülmesine en büyük katkıyı sağlayacaktır. Ülkenin tam demokrasiye geçmesi için uzun yıllardır yapılan çalışmaların önü, bu süreci kesintiye uğratan ve ülkeyi geriye götüren darbeler ve müdahalelerle kesilmektedir. Her seferinde halkın oyu ile iktidara gelen hükümetlerin, darbe, muhtıra ve post modern darbelerle düşürülmesi ve arkasından da bu süreci savsaklayacak hükümetlerin şöyle veya böyle iktidara getirilmesi, ülkeye çok büyük zarar vermiş, demokratik sürecin yeniden mecrasına girmesi için uzun yıllar beklemek zorunda kalınmıştır. Artık sürekli ve kesintisiz bir demokratik anlayışın bütün kurum ve kuruluşlarda, hiçbir tereddüte yol açmayacak şekilde egemen olmalıdır.

Anayasa ve kanunlara ustaca serpiştirilen ve demokrasinin ruhuna aykırı olan maddeler ayıklanmalı, sistem bütün tabulardan kurtarılmalıdır. Şiddete başvurmadığı müddetçe bütün düşüncelerin özgürce ifade edilmesinin önündeki bütün engeller kaldırılmalı, Türk Ceza Kanunu bu anlayış ışığında yeniden gözden geçirilmelidir. Yasaklarla bir yere varılamayacağı geçmiş acı tecrübelerle çok iyi bir şekilde anlaşılmıştır. Ülkeye daha fazla zarar verilmesinin önüne geçmek için sağduyulu hareket edilmeli, önyargılardan uzak ve çözüme yönelik reçetelerin uygulanmasından kaçınılmamalıdır. Yazar Atlan Tan’ın ifadesi ile ‘’ Kürt sorununun Irak’ta çözümü tam bir federasyon sisteminin uygulanması, Türkiye’de çözümü ise tam demokratikleşmenin sağlanması’’ ile olacaktır.

Bu çerçevede idari yapılanma yeniden gözden geçirilmeli, tam ve sivil bir Anayasa yapılmalı, mahalli idarelerin yetkileri arttırılmalı, devletin millete tam olarak güvendiğinin işareti olarak gerekli adımlar atılmalıdır. Üniter devlet yapısı içinde halkın yönetime tam olarak katılımını sağlayacak düzenlemeler yapılmalıdır. Uzun yıllardan beri devlet yönetimine hakim olan ırkçı eylem ve söylemlerden vazgeçilmeli, eğitim kurumlarında da aynı hatalar terk edilmeli, birleştirici ve bütünleştirici söylem ve uygulamalar geliştirilmeli, bu konu yalnızca söylemlerde kalmayıp, bunu destekleyecek somut ve güven verici adımlar atılmalıdır.

8-İNSAN HAK VE HÜRRİYETLERİ

Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerde Cumhuriyet dönemi boyunca insan hak ve hürriyetleri noktasında büyük hak ihlalleri olmuştur. Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinde meydana gelen bazı isyanlar ve olaylar bahane edilerek olaylarla hiçbir bir ilgisi olmayan çok sayıda masum insana zarar verilmiştir. Bu zaman zaman bir devlet politikası halinde uygulanmış, zaman zaman da öne çıkan ve hukuk tanımaz bazı yöneticilerin ve devletin içine çöreklenmiş çetelerin inisiyatifi ile bu zulüm ve haksız uygulamalar başvurulmuştur. Bu durum, kesinlikle inkârı mümkün olmayan bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır.

Koçgiri İsyanı sonrasında, Şeyh Said Hareketi ve Dersim Olaylarının ardından bölgede sürdürülen operasyonlar, masum insanların gördükleri zararlar, yaşanan köy yakma olayları, sürgün ve tehcir hadiseleri bölge insanının hafızasında büyük bir trajedi olarak yer edinmiştir. En son PKK’nin silahlı eylemlere başlamasından sonra geçen yirmi beş sene boyunca bölgede yaşanan olaylar, katliamlar, fail-i meçhul olayların büyük bir bölümü karanlıkta kalmış ve bu olayların bazı devlet görevlileri ve korucular tarafından veya bunların teşvikleri sonucu işlendiğine dair meydana gelen kuşkular giderilememiştir.

Bu konuda son zamanlarda faili meçhul cinayetlerin aydınlatılması için başlatılan soruşturmaların derinleştirilerek sürdürülmesi çok önemli ve olumlu bir adım olarak değerlendirilmektedir. Olayların gerçek yüzü ortaya çıkıp suçluların hak ettikleri cezaya çarptırılması bölgede güven duygusunun tam anlamıyla tesisi ve devam etmesi için en önemli şart olarak görülmektedir. Bundan sonra, bu tür olayların meydana gelmemesi, hukuk ve adaletin tam olarak hâkim olabilmesi için, ucu nereye kadar uzanırsa uzansın, bu soruşturmalar devam etmeli, halkın kafasına yerleşmiş tereddüt ve kuşkular dağıtılmalıdır.
1- Divan–ı Harb–i Örfi, Yeni Asya Neşriyat, İst. 1996, s. 87 2- Şerefhan; "Şerefname" (Kürt Tarihi). Çev. M. Emin Bozarslan, İst. 1969 s. 21–24.
3- Tarihçe-i Hayat, sayfa:125
4- Nutuk, sayfa. 22-24

Bunu ilk beğenen siz olun

Hata Oluştu


> 1 <